semerşah

medeniyetimiz - Mimarlığımız
 
medeniyetimiz
Ana Sayfa
Ahilik
Arif Molu Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Dede Korkut Destanları
Ders Ders Bakmayın
Diline Sahip Ol!
Güzel Dinimiz
Geleneğin Gücü
=> Geleneğin Gücü ... devam
=> Mimarlığımız
=> Çocuk Oyunları
=> Türk Atı - Ahal Teke
=> Orkun Abecesi
=> Abdulhamit Han'ın Duası
=> Keşşaflık, İzcilik
=> Karagöz
Hat
Kişisel Gelişim
Kuş Evleri
Kültür ve Medeniyet Kavramları
Lale ve Gül
Minyatür
Mizah
Müzik
Oğuz Kağan'ın Torunları
Osmanlı Medeniyeti
Örnek Şahsiyetler
Pardus
Problemler ve çözümleri‏
Projelerim
Sayokan , Spor ...
Sosyal Sorumluluk Projesi
Şiiristan
Tıp
Türk Birliği
Türk Piramitleri
Veli Kitabı
Güzel Siteler
Yabancı Ülkelerdeki Türk Milletvekilleri
Ziyaretçi Defteri
Kripto Fetöcüleri Tanıma Yöntemleri
Gariban Fetöcüler ve PKKlılar
   

semerşah tv
 
MUSTAFA BEKTAŞOĞLU

OSMANLI MİMARİSİ

Mimarlık alanında yücelen Osmanlı sanatı, İslâm kültürü üstüne kurulmuştur. Osmanlı Türk mimarisi, Türklerin tarih boyunca ortaya koydukları büyük medeniyet tezahürlerinden biri olduğu gibi, insanlığın sanat tarihinin de en mühim konularindan biridir.

Osmanlı mimarisi, Anadolu Selçuklu ve Beylikler devri Türkiye mimarisinin bir devamıdır. Osmanlı çağında daha basit, fakat daha muhteşem çizgiler ilâve edilmiştir. Türk yapıları, çok sağlam, binlerce yıl ayakta durmak üzere yapılmış eserlerdir. Osmanlı klâsik sanatının olgunlaşması dönemine Fatih zamanında girildiği kesindir. XVI. yüzyıl, Osmanlı devletinin siyasal ve askerî gücünü üç kıtada kabul ettirdiği ve mimarinin, buna paralel olarak doruğa ulaştığı dönemdir.
Dorukta, siyasal gücü Kanuni Sultan Süleyman, mimaride Koca Sinan temsil ederler. Her ikisi de kendilerine duydukları güvenle tanınır. XIV. ve XV. yüzyıllarda çeşitli etkiler altında gelişen Osmanlı mimarisi de Sinan'ın mimarbaşılık döneminde öz benliğine kavuşarak evrensel bir üsluba dönüşmüş, onun Osmanlı ülkesinin her yanında yükselen yapıları içte ve dışta hayranlık uyandırmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman gibi azametli bir hükümdar tarafından büyük malî kaynaklar, Mimar Sinan'ın sanat dehası ve nihayet yapı ustası, taşçı, camcı, nakkaş vb. kalabalık bir sanatkâr ordusunun zengin tecrübesiyle yapılan Süleymaniye ve imaretinin Osmanlı devri Türk mimarisinin şaheserlerinden biri olduğu muhakkaktır. Sultan "Haşmetli Süleyman” devrinin kudret ve azameti ile kendi tecrübesinin zenginliğini mezceden Koca Mimar Sinan'ın, eseri, bu nevi abidelerin en asil ve zengin bir ziyneti olan, kıymetli taşlar ve emsalsiz sütunlarla süslemek isteyeceği tabiidir.
Süleymaniye imareti, Türk mimari sanatının diğer abidevî binaları gibi tamamıyla taştan yapılmış olmakla beraber, yapı tekniğinin bazı hususiyetleri dolayısıyla, büyük çapta demir ve kurşun kullanılmasını gerektirmiştir. Gerçekten duvar ve minarelerde, gereken sağlamlığı temin için, taşlar birbirine demir kenetlerle bağlanmıştır. Demir kenedin eğri uçlarının taşın içinde sağlam bir şekilde tutunabilmesi için de, sokulmuş oldukları oyuklar kurşun dökülerek doldurulmuştur.

Yarım yüzyıl mimarbaşılık yapan Koca Sinan'ın yaptıkları sadece zihinlerde özel bir yer tutmakla kalmıyor; halk Süleymaniye'yi ya da Selimiye'yi bugün artık gerçekleştirilemeyecek, erişilemeyecek nitelikte görüyor. O yapılarla beraber Sinan da efsaneleşiyor. Sinan'a, dünya kültüründe bizi temsil yetkisi veriyoruz. Onun için Sinan, yalnız büyük yapıların dâhî mimarı olmakla kalmıyor, aynı zamanda millî tarihin yapıcılarından biri oluyor. Mimar Sinan, kendisine has bir tezyin felsefesi oluşturmuştur. Bu nedenledir ki, Mimar Sinan'da tezyin, İslâm esasına dayanır. Büyük Sinan, süse önem vermez. Bu, Koca Sinan'ı tanıyan herkesteki kanıdır. Bu muhakkak ki çok doğrudur, ama Eminönü'ndeki Rüstem Paşa camisi baştanbaşa çinilerle süslüdür.

Bu bir tezat mı? Kanaatimizce hayır. Mimar Sinan'ın felsefesinde tezyin yok, sebep belli ama Rüstem Paşa süs istiyor. Koca Sinan büyük dehadır, hem süsü yapar, hem nonfigüratif olur, Tebriz'de gördüğü çinileri işler. İslâmiyet’te çiçek serbesttir, bu desene yer verir. Koca Sinan'da tezyin materyali çiçek, geometrik şekiller ve çinidir ama bunların hepsine birden hâkim olan hat sanatıdır. Osmanlı mimarisinde süs ve gösterişten ziyade, metanet ve sadelik esas olmuştur. Bursa'dan başlayıp tedrici surette tekâmül safhası gösteren Osmanlı mimarisi, İstanbul'da en yüksek derecesini alarak geniş hudutlar içinde yayılıp Macaristan, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve hatta Hindistan'a kadar gitmiştir.

Osmanlı Türkleri mimarisinin Bursa ile başlayan ilk devirden sonra, XVI. asır başında başlayan klâsik devri, Sultan Ahmet camiinin yapıldığı XVII. asır başlarına kadar devam etmiştir. Osmanlı mimarisi 1419'da Bursa'da Yeşil caminin yapılışından itibaren seciye arz eder. Bu tarz, Bâyezid caminin yapılışına kadar İstanbul camilerine de esas olmuştu. Türk mimari eserleri arasında Edirne'deki üç şerefeli cami de sanat bakımından pek mühim olup bunda Selçuklu mimarisinin izleri görülmektedir.

Fatih Sultan Mehmet camiini yapmış olan Sinanüddin Yusuf ile mimar Ayas ve mimar Kemaleddin, İstanbul'un ilk Türk mimarlarındandır. Bundan sonraki yükseliş devrinde ilk büyük üstat olarak mimar Murad oğlu mimar Hayreddin'i görüyoruz. Bâyezid camiini yapmış olan bu üstat, Osmanlı mimarisinde klâsik devri açmıştır. Bâyezid Camii Bursa mektebi ile Mimar Sinan arasında bir köprü vazifesini görmüştür. Edirne'deki Bâyezid Camii ile hastane de Mimar Hayreddin'in eserlerindendir.

Mimar Hayreddin mektebini en yüksek derecesine çıkararak yeni bir mektep kurmuş olan Kayserili Mimar Sinan'dır. Mimar Sinan'ı yetiştiren devir Osmanlı devletinin en azametli devridir. Kendisini vezirlerden Lütfi Paşa himaye ile meydana çıkarmış, Sultan Süleyman da takdir ederek yetişmesine himmet etmiştir. Kanuni'nin Karaboğdan seferinde Prut nehri üzerine yapılan köprüler, oraların bataklık olmasına mebnî tutmadığından, Lütfi Paşa'nın tavsiyesiyle köprü yapması buna havale olunup on üç günde metin bir köprü kurmuştur.

Bundan başka Şehzâde, Süleymaniye, Selimiye camileri ile beraber pek çok cami, mescit, medrese, imaret, türbe, hastane, köprü, kervansaray, su kemerleri, saray, konak, mahzen ve hamam yapmıştır. Mimarlığı sırasında üç yüz yirmi üç eser vücuda getirmiştir. Bunun seksen biri cami, ellisi medrese, on dördü imaret, on altısı kervansaray ve otuz ikisi hamam, üçü hastane ve beşi de su kemeridir. Her ne kadar Fatih devrinde Kâğıthane'den İstanbul'a su getirilmiş ise de, asıl Kanûnî devrinde Kâğıthane sularını "ilm-i hendese tarikince” İstanbul'a ulaştıran Mimar Sinan'dır. Sinan, su yolları ile uğraşırken, bir yandan da Süleymaniye'nin yapımına başlandı. Sütunlar Türk sanatına özgü ince oymalarla bezendi. Süleymaniye camiinin ardından İstanbul'un su kemerleri ile olan çalışmalarını sürdürdü, yıkık kemerleri onardı.

Osmanlı Devletinde Sosyal Yapılar Osmanlı devleti, ilmî müesseselerini yaptığı gibi, hemen hemen onu müteakip sosyal müesseselerini de kurmaya başlamış, devletin hududu genişledikçe bu teşekkül de o nisbette artmıştır. Bu sosyal müesseselerin yani cami, imaret, hastane, kervansaray, köprü, han, hamam, çeşme ve zaviyelerin idareleriyle bunların muhafaza ve idameleri için vakıflar yapılmıştır.

Osmanlı devletinde Türk ve Müslüman olan şehirler tipik bir şekilde, genellikle bir cami etrafında veya medrese, imarethane, misafirhane, hastane, hamam, han ve kervansaray, tekke, zaviye, okul gibi dînî ve içtimaî tesisler çevresinde teşekkül etmiştir. Osmanlı şehirlerinin tesisi, yukarıda belirtilen çekirdek kuruluşlar çevresinde evler, dükkânlar, kanalizasyon, suyolu, fırın, değirmen, mum imalathanesi, boyahane, salhane, bayram ve pazaryerleri gibi iktisadî ve içtimaî ihtiyaçların karşılanabileceği binaların imarıyla gerçekleşmiştir.

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethedip Batı'ya açılan kapının anahtarını eline geçirerek, memlekete yeni bir pırlanta ilâve ederken, İstanbul da başka bir medeniyet görmüştü. Uzun zamandan beri çürümeye başlayıp artık başka ellere geçen Bizans medeniyetinin son tüten ışıklarında millî eserleri yeniden yüceltmek, Fatih için bir hedef olmuştu. Denebilir ki Fatih devrinde fetih ve zaferle, ilim ve hüner paralel bir surette ilerleyerek, devletinin en mutlu ve verimli zamanları yaşanmıştır. Osmanlı devletinde, halkın istifadesine sunulan birçok mimari eserin mevcudiyetinden söz etmiştik. Bunları teker teker kaleme aldığımız takdirde yazımızın hacmi artacağından, birkaçı hakkında bilgi sunmakla iktifa etmek istiyorum.

Kervansaraylar
Asırlar boyunca, medeniyet tarihimize kazandırılan, devrinin mimari özelliği ve sosyal seviyesini gösteren muhteşem âbideler arasında kervansarayların özel bir yeri bulunmaktadır.

Gerçekten, müslüman toplumların meydana getirdiği hayır ve sosyal kurumların başında gelen müesseselerden biri de kervansaraylardır. Uzaktan bakılınca bir kaleyi andıran kervansaraylar, İslâm dünyasında daha önce kurulan "Ribat”ların bir devamıdır. Kervansarayların küçüklerine "han” denir. Vakıa, eski büyük kervansaraylara da han dendiği görülmekte ise de, umumiyetle bu tabir küçük kervansaraylar için kullanılır. Osmanlılar, İran ve Selçuklu Türklerinde olduğu gibi, hanlarını çok büyük yapmışlardır.

Hamam
Sivil mimarimizin önemli ve üzerinde yeterince durulmamış müesseselerden biri de hamamdır. Sanat ve mimarlık bakımından büyük bir önemi haiz bulunan hamamlar, kültür tarihi açısından da ehemmiyet arz eder. Kubbe ve diğer bazı mimari özellikleri ile camiyi andırır. Bu müesseselerin iç taksimat ve mimari organları itibariyle, gayet sade olanları olduğu gibi, çok muhteşem olanları da vardır.

Günümüzde gerek Osmanlı öncesi ve gerek Osmanlı dönemi Türkiye’sine bakıldığı zaman, pek çok hamam harabesi görülebilir. Kendilerinden önceki müslüman devletlerin geleneğini çok iyi değerlendiren Osmanlılar, idareyi ele alır almaz her tarafta hayır tesisleri kurmaya başladılar. Sultan I. Murat Han, Bursa'da biri erkeklere diğeri de kadınlara olmak üzere iki hamam yaptırmıştır. Evliya Çelebi'nin işaret ettiği gibi, İstanbul'da Osmanlılar eliyle yapılan ilk hamam, Fatih Sultan Mehmet'in yaptırdığı Irgat hamamı'dır. Bu hamam, cami yapılmadan önce inşa edilmiştir. Çünkü camide çalışacak olan ırgatlar, önce hamamda gusletmeliydiler. Ancak bundan sonra caminin inşaatına başlamalıydılar. Özel bir mimari tarza sahip bulunan hamamlardaki içyapının önemli kısımları genellikle câmegâh (soyunma yeri), soğukluk (kurulanma ve peştamal değiştirme yeri) ve sıcaklık (yıkanma yeri) adı verilen bölümlerdir.

Çeşme
Canlıların hayatı için vazgeçilmez bir unsur olan su, İslâm dünyasında ayrı bir öneme haiz olmuştur. Bir şeyin kıymeti, onun ifa ettiği hizmet ve yaptığı işle ölçüldüğüne göre, İslâm dünyasında suya verilen bu ehemmiyet normal karşılanmalıdır. Çünkü İslâm'da pek çok ibadetin yerine getirilebilmesi suya bağlanmıştır. Bu bakımdan, diğer din ve toplumlara göre, İslâm'ın suya verdiği önem daha büyüktür. Zira her şeyin yaratılmasında onun hissesi vardır. Su, her şeyin hayatı olduğu için hiçbir yerde susuz imaret yapılmamıştır. Bundan dolayı, imareti kuranlar her şeyden evvel suyun teminini düşünmüşlerdir. Gerek inşaat esnasında kullanılmak, gerekse inşaat bittikten sonra imaret parçalarının her birisi için gereken suyu elde etmek üzere şehirler ve kasabalar dışında münasip yerlerde kaynaklar bulunup kuyular kazdırılmıştır. İmaret çevrelerinde caminin, hamamın, umumi tuvalet ve diğer tesislerin suya ihtiyacı vardır. Bu maksatla cami avlularında abdest almaya yarayacak şadırvan ve musluklar yapılmıştır. Hatta caminin içinde bile su tesisi kurulmuştur. Mimari yapı olarak en basit özelliklere sahip çeşmeler olduğu gibi çok gelişmiş mimari hususiyetlere sahip, birer âbide durumunda olan çeşmeler de vardır. Çeşme yapmak gayesiyle kurulan hayır tesisleri itiyadı, Türk mimarisi için pek nefis eserlerin ortaya konmasına sebep olmuştur. Bu âbidelere örnek olarak III. Ahmet Çeşmesi zikredilebilir. Çeşmenin güzelliği yabancı seyyahların da dikkatini çekmiştir. Nitekim 1874 yılında İstanbul'u ziyaret etmiş olan İtalyan yazar Edmondo de Amicis bu konuda şöyle der: "Bu çeşme, Türk sanatının en orijinal ve en kıymetli âbidelerinden biridir. Bu bir âbide değil, zarif bir sultanın bir aşk anında İstanbul'un alnına taktığı mermerden bir ziynettir. Sadece bir kadın anlatabilir bunu. Kalemim, böyle bir tasvir için yeteri kadar ince değil. İlk nazarda bir çeşme olduğu gelmez akla. Dört köşesinde yuvarlak dört küçük sütun veya daha ziyade sevimli dört küçük sebil bulunur. Dört duvarın her birinde iki zarif niş, nişlerin arasında beyzî bir kemer vardır. Kemer kubbesinin altındaki musluktan ufak bir yalağa su akar. Çeşmenin oyulmamış, işlenmemiş ve uğraşılmamış el kadar yeri yoktur. Bu çeşme, billurdan bir fanus altında saklanması gereken bir zarafet, bir zenginlik ve bir sabır harikasıdır.

Sadece göz zevki için yapılmamışa benzer. Sanki kendine mahsus bir lezzeti varmış gibi, insan küçük bir parçasını ağzına alıp emmek ister.” İtalyan seyyahını duygulandıran bu âbidenin bânisi Sultan III. Ahmet, çeşmenin yapımında hiçbir masraftan kaçınmamıştır. Kitabesindeki celî sülüs yazı ile yazılmış olan beyit, Sultan III. Ahmet'e aittir. Padişah bu beytin son mısraını "Han Ahmed'e eyle dua, aç besmeleyle, iç suyu” şeklinde yazmıştır. Yüzyıllar boyu halen ayakta kalabilen bu nâdide eserleri korumak, bakımını, restorasyonunu yapmak, bizlere düşen bir görevdir. Osmanlı mimarisinin birer belgesi durumunda olan bu eserler, geçmişimizi geleceğimize bağlayan birer kültür elçisidirler. Maziyi âtiye bağlayan köprüdürler. Halka hizmet namına bir çivi çakan, tuğla koyan, kazma vuran, ölmez eserlerin vücuda gelmesine vesile olan ecdadımızı hayırla yâd ediyor, mekânları cennet olsun diyorum.

Hattat, Diyanet Aylık Dergisi Yayın Koordinatörü.
 

markalife

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol