semerşah

medeniyetimiz - Geleneğin Gücü ... devam
 
medeniyetimiz
Ana Sayfa
Ahilik
Arif Molu Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Dede Korkut Destanları
Ders Ders Bakmayın
Diline Sahip Ol!
Güzel Dinimiz
Geleneğin Gücü
=> Geleneğin Gücü ... devam
=> Mimarlığımız
=> Çocuk Oyunları
=> Türk Atı - Ahal Teke
=> Orkun Abecesi
=> Abdulhamit Han'ın Duası
=> Keşşaflık, İzcilik
=> Karagöz
Hat
Kişisel Gelişim
Kuş Evleri
Kültür ve Medeniyet Kavramları
Lale ve Gül
Minyatür
Mizah
Müzik
Oğuz Kağan'ın Torunları
Osmanlı Medeniyeti
Örnek Şahsiyetler
Pardus
Problemler ve çözümleri‏
Projelerim
Sayokan , Spor ...
Sosyal Sorumluluk Projesi
Şiiristan
Tıp
Türk Birliği
Türk Piramitleri
Veli Kitabı
Güzel Siteler
Yabancı Ülkelerdeki Türk Milletvekilleri
Ziyaretçi Defteri
Kripto Fetöcüleri Tanıma Yöntemleri
Gariban Fetöcüler ve PKKlılar
   

semerşah tv
 

TEZHİP VE MİNYATÜR'ÜN YENİDEN DOĞUŞU

Edebiyatta bu gelişmeler yaşanırken diğer sanat dalları ne durumdaydı? Harf devriminden sonra okuryazar sayısı, dolayısıyla gazete ve kitap tirajları neredeyse sıfıra inmiş, bu arada hattatlar da işsiz kalmıştı. Medresetü'I-Hattatin'nin yerine açılan Hattat Mektebi de harf devriminin hemen ardından kapatıldı ve aynı binada Şark Tezyini Sanatlar Mektebi açıldı. 
1936 yılında bu okulun da kapısına kilit vuruldu ve hocalar Güzel Sanatlar Akademisi'nde kurulan Türk Tezyini Sanatlar Bölümü'nde görevlendirildiler: Ancak Türk-İsliim sanatları, Akademi'de küçümseniyor ve dışlanıyordu. Nitekim adı Türk Süsleme Bölümü olarak değiştirilen Türk Tezyini Sanatlar Bölümü daha sonra Dekoratif Sanatlar Bölümü'yle birleştirildi; bu, aslında bölümün kapatılması anlamına geliyordu. Güzel Sanatlar Akademisi'nde Türk Sanatı Tarihi Enstitüsüde, BurhanToprak, Celal Esad Arseven, Rıfkı Melul Meriç ve Zeki Faiz İzer'in verdiği büyük bir mücadele sonunda kurulabilmiş, ancak yaşatılamamıştı.

Türk Tezyini Sanatlar Bölümü'nde Türk Minyatürü ve Süslemesi dersleri veren Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, kısaca özetlediğimiz gelişmeler üzerine, 1955'te görevinden ayrıldı ve çalışmalarına Topkapı Sarayı'nda 1936 yılında ihya ettiği Nakışhane'de ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde kurduğu Tıp Tarihi Enstitüsü'nde devam etti. 
Hezarfen Necmeddin Okyay da hat sanatının yanısıra, ebru sanatını yaşatıyor ve Mustafa Düzgünman, Ali Alpaslan, Niyazi Sayın gibi büyük sanatkârları yetiştirerek geleneği devam ettiriyordu. Eski musiki de, resmi kurumlardaki şiddetli yasaklara rağmen, Yahya Kemal ve Tanpınar gibi birkaç entelektüelin ilgisi ve Zekaidedezade Hafız Ahmed Irsoy, Rauf Yekta Bey, Suphi Ezgi, Neyzen Emin YazıcıDede, Halil Dikmen gibi büyük musiki adamlarının insanüstü gayretleri sayesinde bugüne ulaşmayı başardı.

Tezhip ve minyatürün dirilişinde A. Sühely Ünver, Rikkat Kunt, Muhsin Demironat.gibi sanatçıların oynadığı rolü, hat sanatının dirilişinde Hamid Aytaç (1891-1982) oynamıştır. Ölümüne kadar hiç durmadan yazı yazan ve eşsiz eserler ortaya koyan Hattat Hamid, aynı zamanda çok sayıda talebe yetiştirerek yazının hala diriliğiyle yaşayan bir sanat olmasını sağlamıştır. 
Son zamanlarda gördüğü büyük ilgi, Müslüman ülkelerle artan ekonomik ve kültürel ilişkilerimızın yanısıra, yabancıların bu sanata merakından ve koleksiyoncuların çoğalmasından kaynaklanıyor. İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA)'nin son yıllarda açtığı hat yarışmalarında en iyi dereceleri genç Türk hattatlarının alması dikkat çekici bir hadisedir.

GENÇ RESSAMLAR AVRUPA'DAN DÖNÜNCE

1930'larda ve 40'larda, resmi kültür politikası tarafından dışlanmasına rağmen, tezhip, minyatür, hat sanatı gibi klasik sanatlarımıza bazı sanatçıların ve aydınların gösterdiği ilginin Batı kaynaklı olduğunu da belirtmekte fayda vardır. Hükümet tarafından 1924 yılında Paris'e ve Münih'e gönderilen bazı genç ressamlar, Avrupa'da modern ressamların artık kanlı canlı insan resimleri ve manzaralar yapmadıklarını, renklerle ve çizgilerle oynayarak tabiattaki örneklerine hiç benzemeyen şekiller ürettiklerini, üstelik bu ressamların Rönesans dışı sanatlara, mesela Ortaçağ mozaiklerine, renkli camlarına, zenci maskelerine, Doğu minyatür ve yazılarına, Japon estamplarına vb. kendilerini daha yakın bulduklarını görünce şaşkına dönmüşlerdi. Şu cümleler, bu şaşkınlığı çok iyi ifade etmektedir: "Koca Avrupa bula bula bizim eskilerimizi, bitpazarına dökülmüş suretli suretsiz, insanı insana, ağacı ağaca benzemeyen renk ve oyunlarımı mı buluyordu? Gerçekten birçok yeni resimler bizim Karagöz figürlerine, minyatürlerin gölgesiz renk dünyasına, her şeyi geometrik biçime sokan bilim motiflerine, kelimelerin anlamlarından sıyrılıp yalın bir nakış haline gelen eski yazılarımıza ne kadar yakın görünüyordu".

Türk aydınları birden klasik sanatlarımıza başka bir gözle bakmaya başlamışlardır. Güzel Sanatlar Akademisi'nde Türk Tezyini Sanatlar Bölümü'nün açılışı da aynı yıllara rastlar (1936). 1939 yılında Maarif Vekaleti tarafından çıkarılmaya başlanan Güzel Sanatlar mecmuasında da aynı istikamette yayın yapılması ilgi çekicidir. Her sayısında hat, minyatür, tezyini sanatlar ve Türk mimarisi konularında yazıların bulunduğu mecmuanın ikinci sayısındaki Sanatımızın İstikameti başlıklı yazısında Suut Kemal Yetkin, asırlardır aynı anlayışı muhafaza eden plastik eserlerimizin, bize halis bir sanat anlayışını gösterdiği gibi, takip edilecek yolu da belirlediğini söylüyordu. Avrupa'dan dönen ressamlardan bazıları da, eski minyatürlerden ve halk sanatlarından hareketle, iki boyutlu bir resim tarzına doğru gitmek gerektiğini savunarak bazı denemelere giriştiler. Ayrıca Turgut Zaim gibi, minyatüre perspektif ilave ederek realist bir resim anlayışı geliştirmek isteyenler de oldu. Elif Naci ise resminde hat sanatının soyutlama imkanlarından faydalanmaya çalıştı.

D Grubu 'nun kuruluşuyla birlikte, o zamana kadar tabiat karşısında kekeleyip duran Türk resmi beklenmedik bir dönüşüme uğrayarak henüz tam keşfedemediği tabiatı başka bir açıdan görebilmek için emeklemeye başladı. Ne var ki onlar da, çok geçmeden daha önce klasik şiire, minyatüre vb. yöneltilen tabiattan ve hayattan kopuk olma suçlamasıyla karşı karşıya kaldılar. Ancak küçük ve etkili bir aydın grubu, D Grubu'nun görüşlerini hararetle savundu. Sabahattin Eyüboğlu, grubun beşinci sergisi dolayısıyla yazdığı bir yazıla, sergiyi ge2enlerin ağzından sadece "tabiat" kelimesinin çıktığını belirterek öfkeyle "Nedir resmin tabiattan bu çektiği!" diyordu.

Suut Kemal Yetkin ise, modern Türk resminin, ilk bakışta Batı'da hakim olan soyut ve figürsüz anlayışın taklidi olduğunun ileri sürülebileceğini, fakat kendisinin bu görüşe katılmadığını yazdı. XVIII. yüzyıldan başlayarak Batı resmine yönelen Türk sanatı, şurada burada dolaştıktan sonra soyuta, nonfigüratife dönmekle, aslında kendi yuvasına dönmüş oluyordu. Zira Batılı sanatçılar, İslam ülkelerinde geliştirilen bir estetiğe yönelmişlerdi: "Paul Klee'nin Vassili Kandinsky'nin Tunus'un Kayravan kentinde Arap yazılarını inceledikleri, Matisse'in, Hans Hartung'un, Van Doesburg'un İslam minyatürlerine ve yazı istiflerine hayranlıkları düşünülecek olursa, bu gerçek daha kolay anlaşılır" .

Günümüzde ise Erol Akyavaş, Ergin İnan gibi ressamlar, hat sanatından yararlanmaya devam ediyorlar. Özellikle dünya çapında bir ressam olan Erol Akyavaş, sanatını zengin İslami birikime ve bu birikimin ardındaki estetik prensiplere dayandırma çabasıyla dikkati çekiyor.

İKİNCI MİLLİ MİMARİ AKIMI

Türk resminde, Batı'daki soyut resim akımlarının etkisiyle, ressamlar yerli kaynaklara yönelirken, mimaride de bazı genç Türk mimarları sivil Türk mimarisinin meziyetlerini keşfettiler. Mimar Vedad, Kemaleddin ve Muzaffer Bey'lerin temsil ettikleri Birinci Mm Mimari Akımı mimarları, Osmanh din mimarisinin elemanlarını sivil miman ye uygulayarak geleneği tersyüz etıniı "evkaf stili" diye eleştirilen bir anlayışı getirmişlerdi. Bu anlayış Cumhuryet'in ilanından sonra da bir süre df vam ettiyse de, Türkiye'ye davet ediler yabancı mimarların çalışmalarıyla Viyı na kübiğinin kesin hakimiyet kazanmı sı üzerine, Arif Hikmet Koyunoi lu' nun Ankara Türkocağı binasıyıı ömrünü tamamladı. Özellikle Ernst Eı li 1930'da Güzel Sanatlar Akademı si'nde göreve başladıktan sonra, o güıı kadar hakim olan Milli Mimari Akım anlayışı doğrultusundaki eğitim, milleı lerarası prensipler yönünde değişimı uğramıştı. Şehirlerin imarında da yı bancı mimarlara öncelik tanınıyor, buı se yerli mimarların tepkisini çekiyordu

Bu arada Avrupa'da, özellikle Alman ya ve İtalya'da esmeye başlayan milliyetçilik rüzgarları Türkiye'de de etki sini göstermeye başlamıştı.

Akademi'de, Avrupa'daki yeni gelişmelerin de etkisiyle, yabancı mimarların Türkiye'deki uygulamalarından huzursuzluk duyan genç mimar adaylarından biri Sedat Hakkı Eldem'di. Bırinci Milli Mimarlık Akımı'nın kubbe li, kemerli Neo--Türk anlayışına da, enternasyonal kübiğe de şiddetle karşı o lan Eldem, Türk evine hayrandı ve çı hşmalarını Türk sivil mimarisi üzerin teksif etti. Türkevi üzerindeki çahşmalarına Avrupa'daki üç yıllık stajı sm sında da devam eden ve Le Corbusieı Wright, Perret gibi ünlü mimarlardan Türkevinin dünya çapındaki güzellik vı manasının büyüklüğünü öğrenen Sed~ Hakkı, döndükten sonra Güzel Sanat1ID Akademisi'nde göreve başladı (l93~ ve dört yıl sonra da Milli Mimari Seını neri'ni başlattı. Bu seminere devam e. den öğrenciler, İstanbul'daki "gele. neksel" Türk evlerinin rölövelerini Çıkararak önemli bir malzeme birikim; sağladılar. 1939 yılında İkinci Dünyı Savaşı'nın patlak vermesi, söz konusu seminerler sonucu doğan Milli Miman Akımı'na mensup mimarlara uygula. ma imkanı sağlamıştır. Çünkü dışarı dan getirtilen yapı malzemeleri, özellikle demir, savaş şartları yüzünden sağlanamıyordu. Bu yüzden eldeki imkanları kullanma yoluna giden mimarlar taşa yöneldiler ve kendi görüşleri istikametinde eserler vermeye başladılar. Birinci Milli Mimari Akımı'nda Mimar Sinan dönemi kaynak olarak kullanılırken, bu yeni akımda milliyetçiliğin ilham kaynağı sivil mimari idi.

Sedad Hakkı Eldem, İkinci Milli Mimari Akımı'nda şekil taklidinin kesinlikle söz konusu olmadığını, eski ve milli zevkimizle bağlantı kurmayı amaçladıklarını, milli zevki, genel hatlarda, pencere bolluğunda, binaların hafif görüntüsünde ve "geleneksel" karakteri ferahlık ve güzellik olan planlarda aramak gerektiğini söylüyordu. Sedad Hakkı El Aliem ve Emin Onat gibi mimarların tem'i ettikleri bu akım, gerçekte resmi destekten mahrumdu; çünkü devletçe benimsenmiş kübik mimariye karşı büyük bir reaksiyonu ifade ediyordu.

TURGUT CANSEVER'İN ANLAYIŞI

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Almanya'nın savaşı kaybetmesi dolayısıyla, Milli Şefin politikası gibi, mimarideki milli eğilimler de yavaş yavaş değişmeye ve itiraz sesleri yükselmeye başladı. Savaş sonrası imar hareketleriyle birlikte mimaride meydana gelen yeni değişmeler ve gelişmeler Türk mimarlarını da etkilemişti. Böylece şehirlerimizin bugünkü görüntülerini hazırlayan hızlı bir betonlaşma sürecine gi. İkinci Milli Mimari Akımı'na mensup mimarlarda da bu yönde gözle görülür değişmeler olmuştu. Yalnız Sedad Hakkı Eldem ve öğrencilerinden Turgut Cansever -ki aynı zamanda Halil Dikmen'den meşk etmiş bir neyzendir- görüşlerini sonuna kadar muhafaza ettiler ve eserleriyle Ağa Han Mimari Ödülü'ne layık görüldüler.

Mücadeleye, Sedad Hakkı Eldem'in bıraktığı yerden devam eden ve ondan farklı olarak, mimari anlayışının felsefi temellerini ortaya koyan Turgut Cansever'e göre, insanın temel görevlerinden biri, bir hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere, dünyayı güzelleştirmektir ve bunun en kestirme yolu mimariden geçer. Ancak mimariyi vücuda getirirken, her an varlığın bütünlüğünü göz önünde tutmak şarttır. Varlığın güçlerinin ve yasalarının toplamından başka bir şey olan bütünlük, daha büyük ve yücedir. İslami yaşama düzeninin ve kültürünün temel niteliklerini belirleyen, bu yüce varlığın himayesine mazhar olunduğunun şuuruna varmış olmaktır. Huzurlu, neş'e ve ümit dolu, ışıklı, renkli ve güzel dünya, bir zamanlar bu şuurla var olmuştur ve bundan sonra da ancak bu şuurun bir sonucu olarak var olabilecektir. Osmanlı şehircilik tecrübesi, Cansever'e göre, bu manada insanlık tarihinin en yüksek çözümlemesidir; ne yazık ki, onu da kendi ellerimizle yok ederek gelecek nesillere karşı büyük bir suç işlemişizdir.

Bu arada, modaların tamamen dışında, Osmanlı medeniyetinin mimari mirası üzerinde insanüstü bir gayretle çalışan Ekrem Hakkı Ayverdi (18991984)'yi de unutmamak gerekir. Müteahhit olarak çok sayıda tarihi eserin restorasyonunu gerçekleştirdiği gibi, 1950'lerde iş hayatını bırakarak kendisini bütünüyle kültür mirasımızı araştırmaya adayan Ayverdi'nin Osmanlı mimarisini başlangıcından Fatih devri sonuna kadar ele aldığı eserinin baskısı,

1974 yılında, dört ciltlik bir külliya t olarak tamamlandı. Daha sonra atalarının at koşturduğu toprakları, adeta yeniden fethetmek için çalışan Ayverdi, Devlet-i Aliyye coğrafyasının yaklaşık 550 bin kilometrekarelik bölümünü kendi imkanlarıyla gezerek Osmanlı'dan kalan mimari eserleri tek tek inceledi ve bu incelemenin sonuçlarını, Avrupa'da Osmanlı Eserleri adlı dört ciltlik abidevi eserinde topladı

GELENEK VE KİTLELER

Buraya kadar yaptığımız tesbitler, edebiyat ve sanat dünyamızdaki genel eğilimleri değil, kendisine yaşama alanı açmaya çalışan geleneğin baskılara rağmen gösterdiği yaşama gücünü ve bunun üst seviyedeki çeşitli tezahürlerini yansıtmaktadır. Genel olarak Müslümanlar'ın sanatla ve edebiyatla ilişkileri de tahlil edilmeye değer özellikler taşımaktadır. Çeşitli sanatlar karşısındaki tavır alışlar cemaatten cemaate değiştiği gibi, geleneksel kültür ve sanat birikiminin ne ölçüde kullanılabildiği de ayrıca gözden geçirilmelidir. Tekke ve medrese gibi aydın yetiştiren kurumlar ortadan kaldırıldığı için entelektüel seviyede ilgiden uzak kalan gelenek, İslami değerlere bağlı kalan kitleler tarafından anlaşılmaksızın devam ettirilmiş, bu yüzden yozlaşarak büyük şehirlerdeki "arabeskleşme" sürecini hızlandırmıştır. Bugün, zamanla içi boşalmış birtakım formların Müslümanlık adına müsrifçe kullanılması bu yozlaşmanın bir soncu olarak ele alınmalıdır.

Eski şiirin yok edilemeyen sesi

Divan şiiri, İkinci Yeni'nin en parlak günlerini yaşadığı sıralarda da Türk aydınının gündemine girdi. Bazı şairler kitaplarına Divan, Divançe gibi adlar verdiler. Ancak bu iddiadaki şairler arasında başarısı tartışılmayan tek isim Behçet Necatigil'di. Kendi çevresinde divan şiirini, ondan yararlanabilecek ölçüde bilen tek şair o idi ve Turgut Uyar, İlhan Berk gibi birkaç şairin sadece biçime dayalı denemelerinin aksine, divan şairlerindeki şiir disiplinine işaret etmişti. Atilla İlhan ve Hilmi Yavuz da divan şiirinden şuurlu bir biçimde yararlanan şairler oldular. Divan şiiri, modern şairlerde bazı nitelikleriyle görünerek değil, aynen devamı şeklinde de inanılmaz bir hayatiyete sahiptir. İşin gerçeği, divan şiiri geleneği hiç kesintiye uğramadı; "tarz-ı kadim"i devam ettiren şairler her zaman vardı, bugün de vardır. Milli Şef devrinin ünlü Maarif Vekili Hasan-Ali Yücel bile, bakanlıktan ayrıldıktan sonra sıkıntılarını Fuzuli'ye nazire olarak yazdığı Divan-ı Ali ile dile getirmişti. Eski şiir sesi onun içinde de sonuna kadar titreyip durdu. Zaten Mevlevi kültürüyle yoğrulmuş bir aydındı.

Beşir Ayvazoğlu

 

Aksiyon

 

 

markalife

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol