semerşah

medeniyetimiz - Geleneğin Gücü
 
medeniyetimiz
Ana Sayfa
Ahilik
Arif Molu Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Dede Korkut Destanları
Ders Ders Bakmayın
Diline Sahip Ol!
Güzel Dinimiz
Geleneğin Gücü
=> Geleneğin Gücü ... devam
=> Mimarlığımız
=> Çocuk Oyunları
=> Türk Atı - Ahal Teke
=> Orkun Abecesi
=> Abdulhamit Han'ın Duası
=> Keşşaflık, İzcilik
=> Karagöz
Hat
Kişisel Gelişim
Kuş Evleri
Kültür ve Medeniyet Kavramları
Lale ve Gül
Minyatür
Mizah
Müzik
Oğuz Kağan'ın Torunları
Osmanlı Medeniyeti
Örnek Şahsiyetler
Pardus
Problemler ve çözümleri‏
Projelerim
Sayokan , Spor ...
Sosyal Sorumluluk Projesi
Şiiristan
Tıp
Türk Birliği
Türk Piramitleri
Veli Kitabı
Güzel Siteler
Yabancı Ülkelerdeki Türk Milletvekilleri
Ziyaretçi Defteri
Kripto Fetöcüleri Tanıma Yöntemleri
Gariban Fetöcüler ve PKKlılar
   

semerşah tv
 


GELENEĞİN GÜCÜ

 

Türkiye'yi Batılılaştırmak, bunun için temel kurumları ortadan kaldırarak alternatif bir tarih ve kültür yaratmak isteyen nesiller, yok etmek istedikleri kültürün içinden geldiler; bunun için "geçmiş" içlerinde sonuna kadar bir vicdan azabı gibi konuştu. 
İdeolojik manada en Batıcılar bile, herhangi bir şekilde kendi içlerine döndükleri zaman orada Beethoven'la değil Dede Efendi 'yle karşılaştılar, fakat bunu itiraf etmekten hep kaçındılar.

Yok edilmek istenen kültür ve yaşama tarzı, sadece fert planında değil, toplumsal tabanda da varlığını koruyabilmek için birtakım savunma mekanizmaları geliştirdi. 
Kökten bir dönüşümü hedefleyen kadrolar, tarihin derinlikle ve akıl almaz genişlikte bir coğrafya dal budak salmış bir kültürü sosyolojik olarak yok etmenin imkansız olduğun, idrak edemediler; sadece, varlığını devam ettirebilmek için ister istemez kendi içine kapanan yerli kültürün yaratımlığını ve yenilenme reflekslerini kaybetmesine yol açtılar.

Gelenek, bir kültürün kendini kollama refleksi ve varlığını sürekli bir yenilenme bilinciyle devam ettirme gücüdür; kavramın çerçevesi böyle çizildiği takdirde, yenileşme (veya değişmeyi) geleneğin tabii işlevlerinden biri olarak anlamak gerekir. Ancak bu işlev, yani mevcut kültürün kendini yeniden üretim refleksleri jakobence müdahalelerle dumura uğratılarak ferdlerin mevcut kültür zemini üzerinde gösterecekleri yaratıcı faaliyete engel olundu. 

Korunma içgüdüsüyle kendi kabuğuna çekilen yerli kültür, bu tehlikeli süreçte, ister istemez belli şartların ürünü olan ve zamanla içleri boşalan formlara sıkı sıkı sarılarak gitgide yozlaştı.

AYDINLARIN TRAJİK AÇMAZI

Kendilerini toplumu dönüştürmekle (yahut adam etmekle) görevli hisseden, ancak içinde doğup büyüdükleri kültürün dokularına kadar nüfuz etmiş kültürün etkilerinden isteseler de kurtulamayan aydınların yaşadıkları buhranın mahiyetini kavramak için Ahmet Hamdi
Tanpınar anahtar bir isimdir. 
Birçok eserinde bir fert olarak iki ayrı dünya, iki aklı kültür arasında sıkışıp kalmış olmanın acısını anlatan Tanpınar, kafasıyla Batı'ya, gönlüyle içinden geldiği dünyaya bağlı, Debussy'yi sevmesi gerektiğine inanan, fakat Mahur Beste'den kopamayan, trajik açmaza düşmüş bir aydındır. Romanlarının kahramanları da öyle.

Tanpınar, 1930 yılında, yani bir toplumu birden bütünüyle okur yazarlıktan çıkarıp geçmişiyle bağlarını kopartan harf devriminden iki yıl sonra Ankara'da toplanan Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi'nde divan edebiyatına şiddetle saldıran, Osmanlılık adına ne varsa hepsine muhalif devrimci bir edebiyat öğretmeniydi. Ancak sonunda içindeki güçlü sese, Mahur Beste'ye kulak vermek zorunda kaldı; divan şiiri ve genel olarak şark hakkındaki fikirlerini değiştirerek "kendisi için tefsir ettiği bir arkta" yaşamaya ve iklimimizin böyle bir iklim olması gerektiğini söylemeye başladı. 
Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul'u ele aldığı Beş Şehir adlı ünlü eserinde bu iklimi araştırmıştır. Huzur romanında da iki farklı kültür arasında sıkışmış ferdin tereddütlerini, açmazlarını ve huzursuzluğunu anlattı.

İÇİMİZDEKİ ŞİİR TELİ

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hocası Yahya Kemal'le birlikte, eski şiir ve eski musikinin yeniden konuşulur 01masındaki payları çok önemlidir. Paris'e içinden çıktığı tarihe ve topluma düşman bir genç olarak kaçıp mensup olduğu tarihin ve kültürün büyüdüğünü keşfederek "eve dönen" Yahya Kemal, eskiyi zamana ve zihniyete bağlı fazlalıklarından arındırmış, en saf şekliyle yaşadığımız zamana aktarmıştı. 

Şiiri, geleneği kendi çizgisinde yenileyen, bir yönüyle eskinin devamı, bir yö nüyle de ondan tamamen farklı bir şiirdi. Eski musiki radyoda yasaklanır, konservatuardan kovulurken, "Çok insan anlayamaz eski musikimizden / Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden" demek cesaretini göstermişti.

Tanzimatçıların ve sonrakilerin kendilerini sürekli hesaplaşma zorunda hissettikleri divan şiiri, Cumhuriyet döneminde de aydınların gündeminden hiç düşmedi. Bu direnişin farkına varan bazı "devrimciler" sık sık divan şiirine saldırma ihtiyacını hissettiler. Bu saldırıların en trajik olanı ise, eski şiirin önde gelen uzmanlarından Abdülbaki Gölpınarlı'nın imzasını taşıyordu. 
1945 yılında yayımlanan Divan Edebiyatı Beyanındadır adlı kitabında, Gölpınarlı, divan şiirine son derece ağır bir üslupla hücum etmişti. Devrini kapadığı ve artık dönülemeyeceği iddia edilen bir edebiyata böyle ağır bir şekilde saldırma ihtiyacının hissedilmesi, gerçekte bu edebiyatın yaşama gücünü göstermesi bakımından ayrıca ele alınabilir. Sözkonusu kitapta, aslında konuşan Gölpınarlı değil, devrin havasıydı. Çünkü Gölpınarlı, ömrünün sonuna kadar, eski şiir üzerinde çalıştığı gibi, Divan Edebiyatı Müzesi' nin açılış münasebetiyle yazdığı bir yazıda, artık o fikirde olmadığını, hatta Divan Edebiyatı Beyanındadır'ı yazdığı günlerde bile öyle düşünmediğini itiraf ederek özür diledi.

Okullarımızda Yunanca ve Latincenin okutulmasını isteyecek kadar radikal bir Batıcı olan ve dilimizdeki bütün Arapça, Farsça kelimelere karşı inanılmaz bir mücadele veren Nurullah Ataç bile Divan Edebiyatı Beyanındadır dolayısıyla Gölpınarlı'yı ağır bir şekilde eleştirdi. 
Aslında Ataç Batı medeniyetine girebilmemiz için divan şiirinden uzaklaşmamız gerektiğine inanıyordu. Fakat bu şiirin sesiyle öylesine yoğrulmuştu ki, kafasıyla karşı olduğu halde, gönlüyle bağlıydı. 'Okuruma Mektuplar' isimli kitabında "Biz yaşlılar da, siz gençler de ondan daha büsbütün ayrılmadık, onun sesi bize yabancı gelmiyor; o sesi duyar duymaz içimizdeki şiir teli titremeye başlıyor" diyordu.

Greko-Romen kültürüne bağlılığıyla tanınan Sabahattin Eyüboğlu da kendini divan şiiriyle ilgilenmek zorunda hissetti, Şiirin Yapısı başlıklı yazı dizisinde, divan şairlerinin bazı beyitlerinin bizi bir nefeste sarhoş edecek kadar şiirle dolu oluşunun sırlarını açıklamaya çalıştı. Eyüboğlu'nun üzerinde durduğu bu şiir yoğunluğu, eserlerinde eski yaşama iklimimizi büyük bir başarıyla anlatan Abdülhak Şinasi Hisar'ı Aşk imiş her ne vdr dlemde (1955) adlı bir beyit ve mısra güldestesi hazırlamaya kadar götürmüştür. 
Ahmet Haşim de özellikle Piyale kitabıyla birlikte divan şiirinin dünyasına girmişti. Nurullah Ataç'ın o kadar desteklediği Garip akımı bile, Ahmet Haşim'in şiirine tepki gibi görünmekle beraber, divan şiiriyle örtülü bir hesaplaşmadan başka bir şey değildi. Şiire eski tarzda gazeller yazarak başlayan ve çok geniş bir tasavvuf ve divan şiiri kültürüne sahip olan Asaf Halet Çelebi de, Necip Fazıl gibi, şiir anlayışını " Muhakkak ki, arşın altında, Allah'ın, anahtarları, şairlerin dilleri olan birtakım hazineleri vardır" sözüne dayandırıyordu. 
Şiirimizdeki yeni eğilimlerin büsbütün dışında kalmamakla beraber, rubaileri, tarih düşürme merakı, imaj ve atıflar dünyasıyla doğrudan doğruya geleneğe bağlanan Arif Nihat Asya ise aruzu yaşatan şairlerden biriydi.

BÜYÜK DOĞU'NUN MAYASI

Necip Fazıl'ın şiirine gelince; onun ilk şiirlerinden itibaren kendi içine doğru yönelen tecessüsü, aynı zamanda dini ve mistik boyutlar da taşıyordu. Çok çeşitli şekillerde ifade ettiği sebepsiz korkuların ardında, gerçekte şiirimizin uzun bir süredir kaybettiği bir hakikati, Mutlak'ı, ruhun dehlizlerinde arayıp bulma cehdi vardı. 1934 yılında Abdülhakim Arvasi'yi tanıdıktan sonra, bu arayış daha şuurlu hale geldi. 
İlk şiirlerinde hâkim olan korku ve trajedi hissi, yeni şiirlerinde de devam etmekle beraber, keşfettiği şiir damarı, onu birden Şeyh Galib'de düğümlenen bir geleneğe bağladı. Necip Fazıl'ın şiiri, şekil bakımından divan şiiriyle hiç bir ilgisi bulunmasa da Tekke şiiri, dolayısıyla tasavvuf kanalıyla asıl ırmağa bağlanmıştı; o “Büyük Doğu"'nun şairiydi.

İkinci Dünya Savaşı'nın dünyayı kasıp kavurduğu, Türkiye'de ise Milli Şef istibdadının bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir dönemde (1943) yayın hayatına başlayan Büyük Doğu, adıyla da Necip Fazıl'ın fikri çerçevesini ve özlediği geleceği veren bir misyon dergisiydi. Nitekim kısa bir sürede Müslüman kimliği belirginleşerek bir "mektep" haline geldi. 
Büyük Doğu'nun Müslüman kimliği belirginleştikçe, Necip Fazıl'ın karizmatik şahsiyetinin ve güçlü şiirinin etkisiyle çevresinde toplanan şair ve yazarların büyük bir kısmı birer birer uzaklaştılar. Ancak Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'da attığı maya tuttu ve bu mayanın kıvama erdirdiği ilk hamur Sezai Karakoç'un şiiri ve düşüncesi oldu.

Sezai Karakoç'un şiirleri, İslam sanatının tarihi ürünlerinden değil, prensiplerden hareket etmek ve bu prensipleri çağın şartlarında yeniden yorumlayarak modern bir şiir ortaya koymak şeklinde özetlenebilir. 
Klasik İslam şiirinden uyarlamalarında bile ses arayışı olarak başlayan bu çaba, Hızırla Kırk Saat' Te de rinliğine bir tecrübe haline geldi. Klasik İslam edebiyatının my the ve legende'ları Karakoç'un şiirinde çarpıcı yorumlarla yer aldı. Bu şiir, Ebubekir Eroğlu'nun ifadesiyle "yeni şiirin eski şiire doğru uzama çizgisi"ydi. Yeniliği, geleneğe bir adım daha attırmak diye tarif eden Sezai Karakoç'a göre, şairin, gelenek sayesinde başka bir zamanda yaşama imkanı kazandığı, böylece geçmiş şairlerle adeta çağdaşları imiş gibi dialog kurabildiğini söylüyordu.

TASAVVUFİ DUYARLIK

Tanzimat'tan sonra, ilk olarak Abdülhak Hamid'de öteleri kurcalama çabası görülse de, bu çabanın tasavvufi bir nitelik taşıdığı söylenemez. Yahya Kemal'de klasik şiirle çok fazla haşir neşir olmanın getirdiği bir tasavvufı neş'l'ı (daha doğrusu melamet neş'esi) vardı: Yakup Kadri, "Tevrati" bir üslupla yazdığı Erenlerin Bağından'da ruhumuza çok yabancı bir mistisizmin kıyılarında dolaştı. 
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eserleri, tasavvufi denilemezse de, pantheist bir arka-plana sahipti. Parapsikolojik ve metapisişik olaylardan yola çıkarak mistisizme ulaşan Peyami Safa, özellikle Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (1949) ve Yalnızız (1951) adlı romanlarında metafizik meselelerini kurcaladı. Mistisizm hakkında müstakil bir kitabı da bulunan Peyami Safa, Doğu-Batı problematiğinden hareketle vardığı düşünce planında, pozitivist ve materyalist nitelikli bir bilim anlayışının ve felsefenin hakikati bütün vecheleriyle kavramakta aciz kalacağı ve insanlığı felakete götüreceği sonucuna ulaştı. 
Fransa'da felsefe doktorasını tamamladıktan sonra 1934) Türkiye'ye dönen ve Şubat 1939'da Fikir ve Sanatta Hareket dergisini yayımlamaya başlayan Nurettin Topçu'nun mistisizminde de Batılı bir hava hakimdi. Bununla beraber, Peyami Safa ve Nurettin Topçu, bugün sonuçlarını yaşadığımız dönüşümde önemli roller oynadılar. Toplumsal tabanda ise, tasavvuf, tekke ve zaviyelerin kapatılmışolmasına rağmen bütün canlılığıyla yaşanıyor ve bir sivil inisiyatif olarak gelişmeleri derinden etkiliyordu.


 

markalife

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol