) = Hilal =Ay olur; Hilal veya Ay da Osmanlı Devleti’nin amblemidir.
Osmanlı Kültürünün klasik ölçülerini bulduğu yüzyıl İstanbul’unda bahçe ve çiçek zevki bütün halka yayılmıştı. Bu sevgi ve merak dışarıdan yeni türlerin getirilmesine de yol açtı.2. Selim Devrinden itibaren imparatorluğun çeşitli bölgelerinden lâle ve sümbül soğanları ısmarlandığına dair fermanlar bulunmaktadır. 2. Selim, Kırım’ın güneyindeki Kefe’den 300.000 adet lâle soğanı ısmarlamıştır. Türk çiçekçilik tarihiyle ilgili araştırmaları bulunan Turhan Baytop, “Lâle-i Rumi” denilen ve ayırcı özelliklere sahip olan Osmanlı Lâlesi ’nin Kefe’den getirilen bu lale soğanlarından elde edildiği düşüncesindedir.Bu laleler seçme ve melezleme yoluyla elde ediliyordu.
Çiçek soğanları ve fidanları sadece saray tarafından ısmarlanmıyordu; meraklılarda bir yolunu bulup yeni türler elde etmek için çeşitli yerlerden soğanlar getirtiyor, imkan bulursa kendileri temin ediyorlardı.
Bu çiçek ve lâle merakı İstanbul’a gelen yabacıları bir hayli etkilemiş ve hayran bırakmıştır.Fransız şair ve devlet adamı Lamartin’de bu tesire kapılanlardan biridir.Lamartin, Topkapı sarayını gezerek Türklerin doğaya yakınlıklarını ve göz zevkine ne kadar önem verdiklerini anlatır.
Miss Julia Parabe adındaki bir İngiliz kadınsa, İstanbul’un o yeşilliğe ve çiçeğe boğulmuş sokaklarını, evlerini, yalılarını görünce hayretler içinde kalmış ve “Keşke Shakespeare, Romeo ve Juliet’in bahçe sahnesini yazmadan önce Boğaziçi’ni görmüş olsa idi” demiştir.
VI. LÂLENİN AVRUPA MACERASI
Anadolu’da 13. yüzyıldan beri lâle yaygın olarak motiflerde kullanılıyordu.Bu dönemde Roma ve Bizans’ın nedense bu çiçekle hiç ilgilenmemiştir.
Avrupalı yazarlar ilk dönemlerde lâleyi tanımadıklarında bu çiçeği, bir çeşit zambak (lilium) olarak kabul etmiş ve bu düşünüşe göre isimlendirme yapmışlardır. P. Bellon “Lils Rouges” (kırmızı zambak), C. Clusius “lilionarcissus” (nergiz zambağı),A. Toderini ise “Lys Sanguins” (KanRrenkli Zambak) isimlerini kullanmışladır.
Bugün Avrupa ülkelerinde lâle için kullanılan Tulip veya Tulipe kelimesinin aslı O. G. Busbecq hatıratında Türklerin bu bitkiye “Tulipan” ismini verdiklerini yazmıştır.S. W. Murray bu ismin Türklerin başlarına sardıkları “tülbent”ile ilgili olduğunu, O. G. Busbecq ile tercümanı arasında meydana gelen bir yanlışlık sonucu ortaya çıktığını kaydetmektedir.
Lâlenin Türkiye’den Avrupa’ya hangi tarihte götürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir.Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Kanuni Sultan Süleyman nezdindeki büyükelçisi Ogier Ghislain de Busbeck 1554 yılında geldiği İstanbul’dan Avusturya’da yaşayan dostu Carolus Clusius’a lale soğanları gönderdiği sanılmaktadır.Daha sonra Hollanda’ya giderek Leiden Üniversitesi’nde göreve başlayan Clusius, bu ülkelerde laleyi ilk yetiştiren ve lâle endüstrisini kuran kişi olarak bilinmektedir.Ancak Avrupa’da lâle merakının daha da önce başladığına dair kayıtlar da vardır.B. Belon adlı bir Fransız hekimi 1549’da çıktığı Yakındoğu seyahati sırasında İstanbul’a da uğramış ve hatıratında kırmızı zambak diye söz ettiği lâle çiçeğinin soğanlarından edinmek için bir çok yabancının gemilerle İstanbul’a geldiğinden söz ermiştir.Lâleyi Avrupa’da meşhur ettiğini iddia eden Conrad Genser de bu çiçeği ilk defa 1559 yılında, Ausburg’da , ender egzotikler koleksiyonuyla şöhret kazanan Newart’ın bahçesinde gördüğünü ona da soğanların İstanbul’da ki bir dostu tarafından gönderildiğini söyler.
14. yüzyılın ortalarında Avrupa’ya giden lâle, özellikle Hollanda ve Almanya’da aranan bir meta haline gelmişti. Lâle merakı bir ara kelimenin tam manasıyla çılgınlık haline gelmişti.Charles Mackay’ın “Tuliptomania” adındaki makalesi bu konu hakkında çarpıcı bilgiler sunmaktadır.Bu dönemde bir lale soğanına bütün servetini yatıranlar vardı.Schinler 1922’de yazdığı bir eserde, “Bir lale soğanın 9000 altın Mark’a satıldığı olmuştur” diyor, üstelik lale devrinden çok önceki yıllarda, “Naibi Krali” adındaki bir lalenin soğanı için şunları verdiğini söylüyor: “2 araba yulaf, 4 araba arpa, 4 semiz öküz, 12 semiz koyun, 8 semiz domuz, 2 fıçı şarap, 4 fıçı bira, 2 fıçı tereyağı, 50 kilo peynir, 1 karyola, 1 kat elbise, 1 de gümüş vazo.”
1636 yılında nadir türlere talep artmış ve bunların satışlarını gerçekleştirmek üzere Amsterdam, Roterdam ve Leiden gibi şehirlerdeki borsalarda düzenli pazarlar kurulmuştu.İş zamanla öyle bir noktaya vardı ki, bazı tüccarlar, her türlü yola başvurarak fiyatlarda dalgalanmalar meydana getirmeye başladılar.Ne var ki çılgınlığın sonuna kadar böyle devam etmeyeceğini anlayan bazı tüccarlar, birden tavır değiştirerek yeni soğanlar almadıkları gibi ellerin de kilerini de yüksek fiyatlarla satmaya başlayınca işin rengi değişti ve başlayan büyük panik sonucunda lâle zengini bir çok büyük tüccar birden yoksullaşıverdi; Çılgınlık sona ermişti.
Avrupa’ya özellikle de Hollanda’ya giden lâle soğanları melezleme yoluyla, yeni türler elde edilerek Osmanlı İmparatorluğuna rakip bir durma gemiş, hatta Osmanlı İmparatorluğunda ki lâleciliği geçmiştir. Artık lâle Osmanlı Devletine Hollanda’dan getirilmeye başlamıştır.
V. LÂLE DEVRİNDE “LÂLE”
III. Ahmed II. Mustafa’dan boşalan tahta oturmuştur.Savaştan hiç hoşlanmayan bir hükümdardır.Ama şartlar,hükümdarlığının ilk on beş yılında savaşı zorunlu kılar.1718 yılında imzalanan Pasarofça Anlaşmasından sonra, kendini bu anlaşmayı telkin eden damadı Nevşehirli İbrahim Paşa’yı sadrazamlığa getirdi.
Pasarofça Anlaşmasıyla başlayan barış devri, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın gayretleriyle çeşitli imar ve ıslahat faaliyetlerinin başlatıldığı, kapıların Avrupa kültürüne aralandığı devir olur. İlk matbaa bu devirde açılmıştır.Öte yandan, İstanbul’un manzara bakımından en güzel yerlerine, köşkler ve kasırlar inşa ediliyordu.Özellikle Kâğıthane III.Ahmed devrinin gözde mekanlarından biri olmuştur.Evliya çelebi de Kâğıthane’de bir lâlezar mesiresinin bulunduğunu ve burada Kâğıthane Lâlesi denilen rengârenk bir lâle türünün yetiştirildiğini anlatır.
Bu önemde inşa edilen ve Patrona Halil Ayaklanmasıyla isyancılar tarafından yıkılacak olan Sâdâbâd Kasrı, Fransız mimarisinin ünlü Versailles Sarayı örnek alınarak yapılan yapıtlardandır.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Tam bir lâle tutkunuydu.Hollanda’dan gelen bir lâleye Lü’lü-i Ezrak adını vermiş ve bu lâleden yetiştirenlere ödüller vermişti.İbrahim Paşa’nın kendi yetiştirdiği bir lâlede vardı ve adı Âsâfî idi.
Nadir lâle soğanı elde etme tutkusu, kısa bir sürede 17. yüzyıl başlarında Hollanda’da ki benzer bir delilik halini aldı.III. Ahmed devrinde lâle merakını anlatmak için lâlenin 2 binden fazla formunun elde edildiği söylene bilir.Eskilerin Lâle-i Rûmî dedikleri Osmanlı Lâlesi denilen cinsin yaklaşık 2 bin tanesinin adları, özellikleri ve yetiştiricileri çiçek tezkirelerinde ve lâle mecmualarında kayıtlıdır. Lâle-i Rûmî Avrupa lalelerinden çok farklıdır.
Osmanlı Lâlesi’nin çiçeği badem biçiminde yaprakları ise hançer şeklinde ve uçları tığ gibi ince ve sivridir. Islah edilmiş ilk lâle çeşidini elde edenin Şeyhülislam Ebu Suud Efendi olduğunu belirten T. Baytop , zaman içinde yüzlerce lâle çeşidinin yetiştirildiğini ancak Lâle Devri’nin (1730) sona ermesiyle birlikte İstanbul yani Osmanlı Lâlesi’nin yavaş yavaş ortadan kalktığını belirtmiştir.
Lâle Devri’nde lâle ticari bir mal haline geldi.Nadide çeşitler yüksek fiyatlarla alınıp satılmaya başlanmıştı.Bazı çiçek meraklıları nadide türleri mutlaka elde etmek istedikleri için, çiçek piyasasında dalgalanmalar, hatta yolsuzluklar yaşanıyordu.Damat İbrahim Paşa bu durumu önlemek için, 1725 yılında lâle soğanlarının fiyatlarını belirleyen bir fiyat listesi hazırlamış ve soğanların bu listedeki fiyatların üzerinde satılmasını yasaklamıştı.
Bu listenin düzenli uygulanıp uygulanmadığının kontrol edilebilmesi için Şeyh Mehmed Lâlezârî , Serşukûfeci , yani çiçekçibaşı olarak tayin edilmiştir.
Lâle Devri tüm yenilik ve atılımlara rağmen, saray ve çevresinin toplumu rahatsız edecek derecede zevk ve israfa dalması yüzünden kanlı bir ayaklanmayla sona erdi. Lâle zevki Lâle Devrin’den sonra bir süre daha sürdü; ama üst üste yaşanan savaşlar, devletin ve halkın yoksullaşmasına neden olan ekonomik krizler yüzünden , bahçe ve lâle yetiştiricilerinin sırları da unutuldu.
Lâle Devri adı Yahya Kemal Beyatlı tarafından Meşrutiyet’ten sonra verilen addır.Ahmed Refik Altınay, aynı yıllarda bu isimle bir kitap yazınca tarih literatürüne bir terim mahiyetinde iyice yerleşmiş ve batılılarca da kullanılmıştır.
VI. LÂLENİN TÜRK EDEBİYATINDAKİ YERİ
Lâle Türk edebiyatında özellikle şiirde çok önemli bir yere sahiptir.Lâle klasik Türk şiirine 15. yüzyılda iyiden iyiye yerleşmiştir.Renginden dolayı, kan, mum, şarap, yanak, yara gibi unsurlara, şeklinden dolayı kadehe benzetilmiştir.
Klasik Türk şiirinde 16. yüzyıla kadar sözü edilen lâlelerin yabani türleridir.
Yabaniliklerinden dolayı “taşralı”dırlar. Bir bakıma lâle utangaçlığın, çekingenliğin sembolüdür:
Taşradan geldi çemen sahında bîçare durur
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler.
Necati Bey
* Lâle merakının ezeli olduğunu ifade eden Remzi Efendi ise;
Lâleye pîr-i sabâdan bu nefes şimdi değil
Ezelidir bu hevâvü heves şimdi değil.
*Lâle, şiirde en çok lâle genel ismiyle kullanılmıştır.Buna rağmen çeşitli kültür yoluyla elde edilen lâlelere verilen şairane isimlerinde klasik şairlerin eserlerinde yer aldığı görülmektedir.
Duhânî Lâle ;
Şarâb-ı ergüvânîdir Duhânî Lâle câmında
Ne kan tamdıysa odunda benim bağım kebâbında.
Şeyhi
Gül-rîz ;
Sûk-ı isti’dada şehr-âyîn edip yâran-ı nazın
Ettiler Gül-rîzler âvîhte dükkân üstüne.
Nedim
*Lâle Devri’nin ihtişamını Nedim şu dizeyle çok iyi ifade etmiştir;
Lâlenin tohumunu eksen dolu peymâne gelir.
* Türk Halk Şiirinde de lâle kullanılan bir tema olmuştur.
Kaşların göz ile ediyor cengi
Söyleşir yavrılar, koç yiğit dengi
Çiçekte, meyvada yoktur menendi
Lâleden kırmızı,gülden
ziyade
Karacaoğlan
Çayır çemen hep seçildi
Dolu peymâne içildi
Lâle sünbüller açıldı
Cennet oldu bağlar şimdi
Gevheri
VII. ELSANATLARI VE ÇİNİDE LÂLE
16. yüzyılın birinci yarısında ilk olarak kullanılmaya başlayan kırmızı renkle beraber, çinilerde lâle motifi görülmeye başlanmıştır ve yaygın olarak kullanılmıştır.
Bursa Şehzade Mustafa Türbesinde, Rüstem Paşa Camii, Ramazan Efendi Camii,Kula Kurşunlu Camii vb. yapılarda lâle motifi örnekleri taşıyan çiniler bulunmaktadır.
Seramikte de lâle, sümbül , karanfil ve gül motif olarak kullanılmıştır. Lâle motif olarak kumaşlarda da karşımıza çıkmaktadır.II. Süleyman’ın , Yavuz Sultan Selim, III. Murat’ın yalnızca lâle motifi kullanılmış kaftanları vardır.Aynı zamanda lâle motifi sultanların ayakkabılarında ve çizmelerinde de bulunuyordu.
Halı ve kilimlerde,cami , mescit, türbe,medrese,sebil ve okul gibi yapıların duvarlarına , her renkten lâle işlenmiştir. Özellikle Süleymaniye Camisinde bulunan Mimar Sinan’ın ters lâlesi bir aykırılığın simgesiydi.
VIII. SONUÇ
Lâlenin Türkler için farklı bir değer taşımasının sebebi , göze hitap etmesi dışında , en çok yetiştirildiği dönemle ilgilidir. Saray ve saray çevresi yanında sırdan halkında ilgilendiği bu çiçek kelimenin tam anlamıyla “moda” halini almıştır.Aynı zamanda değeri gittikçe artan ve çeşitleri çoğaltılan bu çiçek ticari bir mal haline gelmiştir. Osmanlı günlük yaşamına da ayna tutan bu çiçek, şiirlere, fermanlara, hikayelere konu olmuştur. Osmanlının neden bu çiçeği bu kadar benimseyerek sevdiğini, özellikleri ile anlamış bulunuyoruz.Yinede bir çiçeğin bir dönme ismini verecek kadar önem kazanması, beklide tarihte nadir rastlanan olaylardan biridir. Bu Osmanlıların “güzele” ve sanata verdiği önemi de ortaya çıkarmaktadır.
Yayınevi, İst.1987
İÇİMİZDEKİ SIZININ ADI: LALE
Oğuz TUNA
Ziraat Yüksek Mühendisi
Yayın Dairesi Başkanlığı
Batı minicik değerlerinin üzerine bile titreyerek her biri için mitoloji, hikaye, masal, romanlar yazıp, zaman zaman da çeşitli türden defalarca sinema ve tiyatro oyunları türetip, nevzuhur tarih ve suni gelenekler oluşturur. Dünyanın en eski, asil, zeki, hareketli ve bin seneye kadar mutlak dünya hakimiyetini elinde tutmuş, başından binlerce olay geçmiş, onlarca devlet batırmış, hemen her konuda ayakları yere basan kültür; devlet geleneği, mimarî, sanat, günlük hayat selâm, doğum, ölüm, sohbet, eğlence, komşuluk ilişkileri, evlilik, tasarruf, temizlik, dini günler, çevre, yemek, giyim-kuşam... ortaya koymuş, binlerce önemli adam devlet büyüğü, asker, hukukçu, edebiyatçı, sanatçı ebru, hat, cilt, musiki... yetiştirmiş bir milletiz. Ancak bunların çok az bir kısmı bilinemeyen sebeplerle!, saydığım sanat vasıtalarının hemen büyük çoğunluğu ile, yeni nesillere ya ulaştırılamadı veya yanlış aksettirildi. Binlerce alt başlık altında incelenecek büyük kültürümüzün bir parçası da çiçek sevgisi ve merakıdır. Hangi milletin tarihinde 12 yankılarıyla 32 yıl süren ve adı bile bir çiçeğe sonradan verilmiş bir devir; lâle var? Hafızamı yokluyorum da, İngiltere’de 2 bölge arasında 30 yıl 1455-1485 sürmüş savaşa, adı hiç bir zaman savaşla biraraya getirilmeyecek bir çiçeğin adı verilmiş Güller Savaşı...Savaş ilginç, yakalarına sadece, York hanedanın beyaz, lancester hanedanınının ise kırmızı gül takılıp savaşıldığı için! bu adla anılan ve hanedanlık üzerinde hak iddia etmeye dayanan bu savaş üzerine bile düzinelerce sanat ve edebiyat eseri sunulmuş milletine.
Son birkaç 10 yıldır horlanan, dışlanmak istenen, şimdilerde ise artık çok az bir kısmını kullana geldiğimiz büyük oranda İslâm odaklı kültürümüzün, iki temel kaynağı, Kuran ve onun canlı tefsiri Hz.Muhammed’in gerek tatbik ettiği, gerekse söylediği sözler imâ edilse dahi, kesintisiz bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapmış milletimiz tarafından, hep baş tacı edilmiş en küçük ayrıntıya bile büyük değer verilerek gündemde tutulmuş, unutturulmamış, en önemlisi kültüre geçirilerek yaşanmıştır.
Çiçekleri çok seven ve onları büyük özenle yetiştiren milletimizin, duygularındaki inceliği ve zarifliği hatta güzele olan tutkunluğunu, yetiştirdiği çiçeklerde görmek mümkün. Bu tutku, devlet büyüğü-kayıkçısı, köylü-şehirlisi, fakir-zengini ile milletimizin genelinde görülür. Ayrıca bu sevgi; ev, bahçe, sokak, semt, mani, türkü, şarkılara ve çok çeşitli sanat eserlerine yansır, insanlara isim olarak konur. İşte o ince ruhlu Türk’ün bu bağlamda çok değer verdiği ve sayısı 10’u bulmayan süs bitkisinin arasında iki çiçek devamlı ilk iki sırayı paylaşmış: Bunlardan biri gül ki ona hep, Hz.Muhammed’in bir remzî, en sevdiği çiçek, terinin kokusu olduğu inancıyla ilahi güzellik ve ihtişamı en güzel şekilde yansıtan çiçek olarak bakılmış, gül görüldüğünde, ele alındığında, koklanırken, sağ el, kalbin üzerine konup gül bağlamında, aslında Peygamberine ihtiramını yüzyıllarca salavatla tamamlayarak belirtmiştir.
İkinci saygı duyulan çiçek ise; şair Remzi Pala değil’nin
lâleye Pîri sabâdan bu nefes şimdi degül
Ezelîdür bu hevâ vü heves şimdi degül
dediği, arapça yazılışı; Allah’ın büyüklük, ululuk, azamet, sertlik, öfke ve saygınlık anlamlarını içeren sıfatlarının hepsini kapsayan celâl isminin harflerine benzemesinden, yâni Allah kelimesindeki Elif ve lâm harflerinin lâle kelimesinde bulunması, her ikisinin ebced hesabıyla 66 sayısını vermesi, yine lâledeki arapça 3 harf lamelif, lâm ve he ile Osmanlı Devleti’nin amblemi olan hilâl ay kelimesinin yazılması, ayrıca lâle; bir kök, sap ve çiçekten oluşup, tevhidi remzetmesinden dolayı cevâhirî huruf harflerin cevheri veya şiirle dile getirilerek
Yokdur bu âb u tâb ne mihr ü ne jâle çiğ de
izhârı kudret eylemiş Allah bu lâlede
denilmiş. Zaman zaman gül ile boy ölçüşür şekilde, onun kullanıldığı yerlerde mimarî, çini, ahşap, Kuran, minyatür, ebru, halı, kumaşda tezyinat malzemesi olurken edebiyatçı ve mutasavvıflar onu şiir, kaside, naat ve münacaatlara taşımışlardır. Bazen daha fazlasında kullanılmış, itina ile yetiştirilerek yeni türler elde edilmiş, belli dönemlerde değeri çok fazla artarak çiçeklerin şahının gül tahtını sallamıştır. Bugün sadece İstanbul’da Piyale Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa, Rüstem Paşa, Hadım Ali-İbrahim Paşalar, Mehmet Ağa Camileri ile Haseki Hurrem, Şehzade Mehmet türbeleri gibi çeşitli tarihi eserlerde, 200 çeşit nefis lâle motifini görüyoruz. Bu motiflerin belki de en anlamlısı Edirne’deki Selimiye Camii’nin müezzin mahfili kenarındaki mermer sütunların birinde yıllar önce gördüğüm, kabartma ters lâle motifidir ki rivayet muhtelif olmakla birlikte, akla en yatkın rivayet; cami yapılırken, alanda evi bulunan bir kişinin, uzunca uğraşlardan sonra yıkıma müsaade etmesi, dolayısıyla da onun aksiliğinin böylece belirtilmesidir. O zaman, tarihte bu çiçekle özdeşleşmiş bir devire adını veren milletin âmâ bir ferdi de böyle bir motif çizebilir diye düşünmüştüm.
1734 yılında Revan seferi sırasında ölen Türk veziri ve şairi aynı zamanda hattat ve divani yazının ustalarından İzzet Ali Paşa’nın, Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan, Sultan Ahmed’e yazdığı lâle redifli kasidenin gazel kısmında,
Mazhar-ı İsm-i Celâl olmasa hakkâ lâle
Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lâle
beyiti, milletimizin niçin bu çiçeğe fazlasıyla ihtiram gösterdiğinin sanki özeti.
Lâlenin, Cengizhan’ın 1155-1227 Orta Asya’dan batıya seferiyle Anadolu’ya geldiği, böylece Anadolu’daki Türkler tarafından tanındığı tahmin edilmekte ve 10. Selçuklu hükümdarı Alâadin Keykubat’ın 1192-1237 Konya’daki saray bahçelerinin düzenlenmesinde bolca kullandığı, Vakıfnâmelerin tetkikinden şüphe bırakmayacak şekilde anlaşılmıştır. Bir kültür öğesinin geçmiş uygarlıklarda kullanılıp, kullanılmadığı, onların para, abide ve eşyalarına bakılarak anlaşılır. Roma ve Bizans dönemlerinde böyle bir şeye rastlanmamıştır.
Lâle’yi dünyada ilk defa şiirlerinde kullanan kişi Hz. Mevlânâ 1207-73 olmuştur.
Rubailerinde
“Bir göz ki, bakışı o güle ve lâleye dönmüştür”
“Can, hep o lâle bahçesinden söz açmaktadır”
“Ey lâle gel de sen yanağımdan renk al” der.
İstanbul’un fethinden sonra şehir imar edilirken bizzat Fatih’in emri ile yeniden düzenlenen bahçeler lâlelerle süslenmiş, Bu gelenek, batılının muhteşem Türk dediği Kanûni zamanında, yine muhteşem bir şekilde devam ettirilmiştir. Lâle hakkında bilgi veren batılı yazarların ilki, Fransız Hekim P.Belon, 1546 yılında çıktığı araştırma gezisinde İstanbul’da kalmış, lâleden kırmızı zambak olarak behsetmiştir. Avusturya İmparatorluğu’nun İstanbul’daki elçisi Busbek 1522-92 1554 yılında İstanbul-Edirne arasındaki bahçelerde, o tarihlerde Avrupa’da hiç tanınmayan bu bitkiyi görür. 2 yıl sonra soğan ve tohumlarını memleketine götürerek imparatoruna takdim eder. Kısa sürede üretilerek saray bahçelerini süsleyen lâleyi, İsviçreli botanikçi C. Gesner, 1516-65 1559 yılında Augsburg’da bir bahçede görür ve 1560’da yazdığı kitapta bu çiçekten bahseder T. Turcarum -Türk lâlesi- adı verilip ilk defa yurt dışına çıkarılan bu türe, T. Gesnerium ismini verip bahçe formlarının kökenini oluşturur ve ilmi bakımından Avrupa’da tanınmasına yol açar. Bundan sonra lâle, 1582’de İngiltere, 1607’de Fransa’ya yayılır. Ama asıl Avrupa’da ticari bir meta haline gelmesi Hollanda Leiden Üniversitesi Profesörü C. Clusuis sayesiyledir 1591. Bu zat lâleyi geniş mikyasta üretip, yeni çeşitler elde etmiştir. Millî bir kriz nedeniyle lâle soğanlarının teminindeki güçlük ve inanılmaz fiyat artışları bu tarihlere rastlar. Bu kişi 1601’de yayınladığı kitabında İstanbul da 2 çeşit lâle’den bahseder, Kefe Kırımın güneyindeki bir bölgeden 16. ve 17. yy’da getirilen bu lâleden Evliya Çelebi, seyahatnamesinde bahseder ve Kavala.
Süs bitkileri, dünyada pekçok ülkenin millî sembolüdür; zambak; eski Fransa, deve dikeni; İngiltere Ana Britanica Ansiklopedisi’nin üzerindeki yabani çiçek, çınar yapraklı akçaağaç; Kanada, sedir ağacı; Lübnan bayraklarını süsler.
Türk ve Türkiye ise asırlar boyu hep lâle ile anılmış. Dikkatinizi çektimi bilmem, 2002 yılı başından itibaren Eskişehir yolu üzerindeki Turizm Bakanlığı girişinde 3 sembol durmakta.