Gülüm şöyle gülüm böyle demektir yâre mutadım
Seni ey gül sever canım ki canana hitabımsın
GÜL ÜSTÜNE GÜL DÜĞÜMÜ
Gülümse ey güzeller güzeli! Lâyık olmasak da merhamet ve şefâat nazarlarından mahrum eyleme bizi. Seni seviyoruz ve sana hasretiz...
Asırlardır gülmedi, derya coşar, göl ağlar.
Yüzümüz güle hasret, mecnûn ağlar, çöl ağlar.
Giden dostlar gelmedi, mızrap vurur tel ağlar.
Gözümüz güle hasret, sazımız güle hasret.
‘O gül’e hasret duymayan, ne Yaratan’ı, ne de yaratılış gayesini anlamıştır.
"Kurtulamam üç nesnenin elinden:
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm"
diyor âşık... Her üç nesneyi de bir arada saydığına göre, demek ki birinden kurtulsa diğeri sarılıyor yakasına. Hangisinin daha zor olduğunu elbette çeken bilir.
Aşk ve iman şâiri aziz dostum ve üstadım Abdürrahim Karakoç ise;
“Ayrılıktan zor belleme ölümü,
Görmeyince sezilmiyor Mihriban.”
derken, kağıda yazamadığı aşkı uğuruna ölüm sınırında nöbet tutuyor da, ayrılığın, hasretin ne olduğunu anlatmaya çalışıyor sevgiliye.
Hasret nedir sahi?..
Hasret ayrılık mıdır, özlem midir?..
Hasret dert midir, derman mıdır?.. Yoksa Yaratan’ın ehl-i derde yazdığı ferman mıdır?..
Cânı cânâna pazarlıksız hasretmek diyebilir miyiz?.. Umudun ufkunda hasret gidermek için beklediğimiz nöbet saatleri değil midir hasret?..
Hasret kala kala, hasret gitmek acıların ve ızdırapların en acısı, en hüzünlü olanıdır bence.
Her cânın bir cânânı, cânânın cânı vardır.
Müşerref olduğumuz bir eşref ânı vardır.
Dostlar gücenir diye cân atar gül atamam,
Her gülün yaprağında bin bülbül kanı vardır.
Ya hasretiyle yanmak! Nasıl bir duygu, nasıl bir sevda?.. Yananlara sorsak söylerler mi?..
Veya hicran ateşiyle yananların hâlinden anlayanlar, can evini yangına verenler midir?..
Bülbüllerin feryâdı, âşıkların iniltisi, sümbülün, sarı çiçeğin boyun büküşü, suların dertli akışı, ceylanların mahzun bakışı...
Şu gök kubbe altındaki âhlar, enînler, feryâd u figânlar firak ateşiyle yananların kendi dillerince cânâna yazdıkları birer hasretnâmedir...
Düşüncelerini, duygularını; acılarını, sevinçlerini bazen söz, bazen de yazıyla anlatmaya çalışan insanoğlu:
“Güle hasretim güle,
Bülbüller misâli hasret
Ele denmeyecek hâller var bende,
Artık sen kıyas et.”
der de sözü sükûta bırakır. Zîrâ hâlini ifade edecek kelimeleri bulamaz lügâtlerde. Şâirin dediği gibi:
“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem,
Zîra kalbimin dili yok ‘ah ey yâr ondan ne kadar bî-zârım.”
Ama şu varlık âleminde her şeyin bir dili var: Uçan kuşların bir dili var. Bakan gözlerin bir dili var. Esen rüzgarın, coşan ırmakların, renklerin kemerini kuşanan çiçeklerin bir dili var.
Gülden karanfile, sümbülden lâleye, nergisten menekşeye, gelincikten kardelene kadar bildiğiniz bütün kır çiçeklerini, yâr çiçeklerini gözlerinizin önüne getiriniz. Farkında olmadan ya;
“Ben gülü deste bağladım
Desteye beste bağladım.”
diye bir şarkı dökülür dudaklarınızdan ya da
“Ben yârime gül demem
Gülün ömrü az olur.”
diye bir türkü.
Daha sonra güle dâir ne söylenmişse, birer birer sıralamak geçer içinizden. Gül derken gülümsersiniz. Gülüm derken ağzınız tatlanır. Ten kafesindeki gönül kuşunuz, uçup da yeşil kubbeye konmak için hasretle kanat çırpmaya başlar.
Hiç şüphesiz, çiçeklere en erişilmez mevkileri bağışlayan, bizim hissiyât ve düşünce dünyamızdır.
Takdir edersiniz ki, doyumsuz bir rengi, iç açıcı bir güzelliği, rahatlık ve huzur veren görünümü ve sevda dolu kokusuyla çiçekler arasında en güzeli ve en çok sevileni güldür.
Bütün bu özelliklerini nübüvvet gülzârının tek gülü olan Hz. Muhammed (s.av.) efendimizden aldığı için de âşıkların ve şâirlerin ilham kaynağı ve baş tacı olmuştur.
Bir gül medeniyeti kurmuşuz. Bizim medeniyetimiz, sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü temeline oturmuş, "Gül Medeniyeti" adını almış bir yücelişin ifadesidir.
Tarihimizi, coğrafyamızi, kültür ve medeniyetimizi tayin ve tespit eden hemen her unsura, yine güller renk vermişlerdir.
Peygamber’in kutlu müjdesine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed’in Nakkaş Sinan tarafından gül koklarken çizilen minyatürünü görüyoruz. Fatih’in güllerle ilgisinin bundan ibaret olduğunu zannedersek yanılırız.
Babası İkinci Murad’ın bir sabah namazı sonrası Kur’an okurken bir oğlu olduğu haberini alınca Allah’a hamd ve şükür içerisinde gözleri yaşararak, "Murad bahçesinde bir gülî Muhammedî açtı" sözleri ne kadar anlam dolu.
Ve gün gelecektir, o koca Fatih büyük babası Ertuğrul’un "İstanbul’u aç, gül-zâr yap." vasiyetini yerine getirmekle mesrûr olacaktır. Üstelik fethettiği dünyanın bu en eski şehrinde, yine dünyanın en güzel güllerinin yetiştirildiği gül bahçeleri yaptıracaktır.
Bir destan şâirimizin ifadesiyle:
“Bursa tomurcuktu, Edirne gonca,
İstanbul gülümüz açmadan önce.”
On dört yaşındayken on dördüncü Osmanlı padişahı olan ve on dört sene padişahlık yapan Sultan Ahmed’in, bu geceyi armağan ettiğimiz, âlemlerin efendisine aşk derecesinde öyle bir bağlılığı ve muhabbeti vardır ki...
Bulunduğu meclislerde Rasûlullâh’ın ism-i şerîfinin her anılışında, ona olan hürmetinden dolayı ayağa kalkardı. Efendimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın mübârek ayak izlerinin resmi içine:
“N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,
Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rasûlün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir,
Ahmed â durma yüzün sür kademine ol gülün.”
şiirini yazdığını ve bunu ölünceye kadar kavuğunun içinde taşıdığını o ecdâdın nesli olarak bugün kaçımız biliyoruz.
Gül, kokudur...
Gül, tazeliktir...
Gül, canlılıktır...
Gül, güzelliktir...
Gül, hasrettir...
Gül, zarâfettir ve gül, letâfettir. Her halde bunun için olmalı ki eskiler "Gülü tarife ne hâcet, ne çiçektir biliriz." demişler.
Manevî atmosferimiz de baştan başa güllerle doludur. Bir yanda güle "seyyidü’l-ezhâru’l-cenneh" unvanı bahşedilir, öte yanda gül kokusu; misk ve amberle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen üç hoş kokudan biri olma imtiyazına erişmiştir. O inanç, öyle muhteşemdi ki kokusunu Peygamber’imizin teri diye kutsadığı gül yapraklarının yere dökülmesini dahi günaha yakın sayıp özel bir itinaya muhatap etmiştir.
Aslında sevilen her ne varsa dünyada, onda gülden bir emâre, bir iz bulunur. Aşıkların vuslata ermeyen hasretleri açan kan kırmızı ve kar beyazı güllerle ifade edilir; üzerlerinde uçan sevda kuşları hep bu hicranı söyleşip dururlar. İnanç dünyamızın doruklarında gezinen Fuzûlî;
“Suya versün bağban gülzârı zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzâre su.”
derken;
“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu,
Nazargâh-ı İlâhîdir, makam-ı Mustafâdır bu.”
diye bir edep yoksulunu ikaz eden Nabî’nin bülbüle değil de canânının sesine ihtiyacı vardır. Bunun için gülü bülbülden ayırmaya hazırdır. Lâkin gülden asla vazgeçemez.
“Gonca gülsün, gül açılsın, cûy feryâd eylesin,
Sen sus ey bülbül, biraz gülşende yârim söylesin.”
diyor.
Nedim de o devre mana veren sevgiliyi şöyle anlatmakta:
“Gülüm şöyle, gülüm böyle demektir yâre mu’tadım,
Seni ey gül sever cânım ki cânâna hitâbımsın.”
Yunus’un sarı çiçeğe "Gül sizin nenüz olur" suâline aldığı bir cevap vardır ki, insanın gül olup yerlere serilesi gelir:
“Çiçek eydür ey derviş!
Gül Muhammed teridir.”
Buna nazire olarak Pir Sultan Abdal;
“Yoksa sevdiğimin ilinden misin?
Yoksa has bahçenin gülünden misin?
Güzel Muhammed’in terinden misin?
Cennet-i âlâda gül safâ geldin."
derken insanı ötelerde, gül bulutlarının üzerine çıkarmaktadır.
Gül, bir manada zamanın elinden tutmaktır. Belki de Akif, "Gül devrini görseydim onun bülbülü olurdum." diye bunun için iç geçiriyor.
Sevginin olduğu yerde sitem olmaz mı? Kişi en çok sevdiğine sitemkârdır. En çok ona darılır. En çabuk ona küser.
Gül bülbülün nazlı yari, bülbül güle kavuşamamaktan bî-tâb. Tükenmek bilmeyen ezelî sitemler içinde yine de onları ayrı düşünmek mümkün değildir.
“Gel gül dedi bülbül güle, gül gülmedi gitti,
Bülbül güle gül bülbüle yâr olmadı gitti.”
Gevherî, bülbülün güle yakarışını;
“Bülbülün feryâdı gonca gülünden,
Gülşen ağlar, bülbül ağlar, gül ağlar.”
diye dile getirirken, Emrah daha mütevekkil;
“Ezelden mâiliz gonca güllere,
Bülbül-i şeydâyı zâr eğlendirir.”
diyor.
Dâimî’nin şu mısraları türkü olarak hepimizin ezberinde değil midir?
“Bir gülün çevresi dikendir, hârdır,
Bülbül gül elinden âh ile zârdır,
Ne de olsa kışın sonu bahardır,
Bu da gelir bu da geçer ağlama.”
Dâimî geleceğe umutla bakarken Hasretî:
“Baharı bekleyen yaralı bülbül,
Gül üstüne rahmet yağar sabreyle.”
diye teselli bulmaktadır.
Her ikisinin dileklerine biz de gönülden katılarak yağacak rahmeti bekliyoruz.
“Size gönül bahçemden deste deste gül derdim,
Güller gibi gülüşün ağlayana gül derdim
Derdi gül, dermânı gül, bir mü’min kardeşimin.
Derdiyle dertleneli, diken oldu gül derdim.”
Güle hasret duyan gönül dostlarını saygıyla selamlıyorum.
Abdullah Gülcemal / ilkadımdergisi.com
...GÜL MEDENİYETİ...
Gül, çiçeklerin en güzeli.
Gül, güzelliğin, estetiğin, temizliğin, sevginin, aşkın sembolü.
Gül, aynı zamanda Peygamber Efendimizin sembolü.
Halkımız gülün kokusunu, O Gül Yüzlü’den aldığına inanır.
Bu yüzden şiirlerimizin, türkülerimizin içi güllerle doludur. Şairlerimiz gül diyerek O’nu anmış, O’nu hatırlatmış.
Bu yüzden ecdadımız, evini, bağını, bahçesini, hayatının her alanını güllerle donatmaya çalışmış.
Kadınlarımız, kızlarımız gülün her çeşidini, her şeklini, evlerine, elbiselerine, çeyizlerine resmetmiş.
Çocuklarına, Gül, Gülizar, Gülben, Gülşen, Gülnur, Gülgun, Gülçin, Gülendam, Gülistan ve daha nice nice isimler koymuş.
“Gül gibi” sözü bütün güzellikleri içinde barındırır. Burada gülün sembolize ettiği değerleri “içselleştirmek” söz konusudur.
Bugün böyle bir medeniyetin mirasçıları maalesef sahip oldukları değerlerden büyük ölçüde uzaklaş(tırıl)mış ve tamamen farklı bir dünyanın peşine takılmıştır/taktırılmıştır.
Bu dünyanın insanı, imar etmekle görevli olduğu yeryüzünü yaşanılmaz hale getirmiştir. Kaynaklarını en adaletsiz bir biçimde tüketmiş, tüketmeye de devam etmektedir. Kendi kendini yenilemek ve temiz tutmak dinamiğine sahip dünyanın dengelerini bozmuş, kirletmiştir. Uzayı bile çöplüğe çevirmiştir. Hayatın en vazgeçilmezlerinden olan suyu bilinçsizce kullanması sonucu “su savaşları” kapıdadır. “En sadık yar(dost)” olan toprağı kullanılamaz hale getirmiştir. Solumak zorunda olduğumuz hava kirliği bir başka faciadır. Var olandan çok daha fazlasına yetebilecek gıda kaynakları tükenmektedir. Hormonla giderilmeye çalışılan gıda açığı, insan sağlığını tehdit eder boyutlara ulaşmıştır.
İnsanı insan yapan manevi değerler ise fizik dünyadan çok daha fazla bozulmuştur. Nefsinin isteklerine ram olan insan, kendisine yakışan her şeyden uzaklaşmış, insandan çok hayvana yaklaşmış, hatta daha aşağı derekelere yuvarlanmıştır. Kültür adına hep nefsine hitap eden şeylerin peşinden koşmaya başlamıştır. Aslında hayatı anlamlı kılan ölümden kaçmak, ölümsüzlük mümkün olmadığına göre hiç olmazsa ölümü unutma adına, modanın, müziğin, sporun, yetmediyse, içkinin, uyuşturucunun, kumarın, zinanın, eğer bunlar da yetmediyse intiharın peşinde ömür tüketmektedir.
İşte Gülzar Çevre ve Kültür Derneği böyle bir zamanda Allah’ın eşref-i mahlukat olarak yarattığı insana asli görevini hatırlatmaya katkıda bulunmak gayesi ile kurulmuştur. Gülzar, gül bahçesi demektir. Derneğin amacı da, Allah’ın yeryüzünü imar etmekle görevlendirdiği insanın hem dış hem iç dünyasını “gül gibi” yapmaktır.
Dünyayı ama ondan daha önce de insanın gönlünü gül bahçesine çevirmektir. Yani gül gibi güzel, gül gibi temiz, etrafına gül kokuları saçan, dünyayı gül bahçesine çevirmeyi gaye bilen biri yapmaktır. En önemlisi gülün güzelliğini ve kokusunu kendisinden aldığı O Gül Yüzlü Sevgili’yi gerektiği kadar tanımak ve sevmek, tanıtmak ve sevdirmektir. Ve dahi O’nu kendine sevgili(habip) bilen, kendi sevgisini O’nun sevgisine, O’na itaate, O’na benzemeye bağlayan Allah’ın sevgisine ve rızasına ulaştırmaya vesile olmaktır.
O Allah ki, sevdiği için yaratmıştır. O Allah ki sevginin kaynağıdır. Vedud’dur, yani seven ve sevilendir. O Allah ki “Cemal” sahibidir. Celal’inde bile “Cemal” gizli olandır. Güzel düşünmeyi, güzel bakmayı, güzel görmeyi, güzel konuşmayı, güzel yapmayı, kısacası güzel olan her şeyi rızasının merkezine koyandır.
Güzele talip olanlara, güzelin peşinden gidenlere, gül vurgunlarına, gül tutkunlarına ne mutlu… Mehmet SARMIŞ / gulzardernegi.com
Gül’ü Anlamak
Hayatın semâvî renklerinin solduğu, “eşyânın hakîkati”nin maddeye müncer olduğu, ruhlara katmer siyahı gecelerin dolduğu ve mânânın anlamının kaybolduğu bir devirde yaşıyoruz. Öyle bir devir ki; ilmin hakîkati ve hakîkat ilmi vahyin nefesiyle dirilmiyor, varlığın hikmeti ve zamanın kıymeti yeterince bilinmiyor, “zübde-i âlem” olan insanın “zâtı” “hoşça” seslendirilmiyor ve kâinatın gözbebeği olan “âdem”in gönül dünyasına bir türlü girilmiyor /girilemiyor…
Tarihen sâbittir ki, insanlık duçâr olduğu; îtikâdî, fikrî, ilmî, felsefî ve rûhî kriz nöbetlerinden “Gül”ün irşâdıyla kurtulmuş, O’nunla bedeviyetten medeniyete giden yolu bulmuş ve “Gül” kokusuyla gönüller itminâna kavuşmuştur… Bu sebeple yaşadığımız çağda; “Gül”ü anlamaya ve O’nun getirdiği âlemşümûl mesajları hakikî mânâsıyla idrâk etmeye bugün her zamankinden çok daha fazla muhtâcız… Çünkü; “Gül”ü anlamak, İslâm’ı gerçek mânâsıyla tanımaktır… “Gül”ü anlamak, Kur’ân’ı doğru okumaktır… “Gül”ü anlamak, vahiyle aydınlanmaktır… Gül”ü anlamak, gönül dünyamızı anlamlı kılmaktır... “Gül”ü anlamak, “Gül” muhabbetinden Muhabbetullah’a yol bulmaktır… “Gül”ü anlamak O’nun aşkıyla rûhumuzda çerağ uyandırmaktır… “Gül”ü anlamak, karanlık gecelerden müjdeli şafaklara vâsıl olmaktır… “Gül”ü anlamak, Kur’ân’ın rehberliğinde her türlü yanlışlığı bütün neticeleriyle birlikte ortadan kaldırmaktır... Bu sebeple olsa gerek, ârifler; “Ne ağla ne gül bugün, anla yeter” demişlerdir...
Ne var ki, “Gül”ü hakkıyla anlayamadığımız ve işâret buyurduğu ufku tam olarak algılayamadığımız için; O’nun gösterdiği istikâmetten uzaklaştık… Yüreklerimizi sızlatan bu güne ait hâl-i pür melâlin üzerine, hayallerimizi bile örtemez olduk…Yarınlara dâir yağmalanmış umutların mahkûmiyeti ve mahcûbiyetiyle baş başa kaldık… Medeniyet tasavvurumuzu yitirmemiz, “Gül”ü anla/ya/mamamızın tabiî bir neticesiydi aslında. Zîrâ, maşrıktan mağribe kadar bizim medeniyetimiz, ölçü olarak Kur’ân’ı, metot olarak Peygamber-i Zîşan(sav)’ı, istikâmet olarak Kıble’yi, îtikât olarak Ehl-i Sünnet’i ve mürşît olarak da “Gül Yüzlüleri” rehber edinen bir “Gül Medeniyeti”ydi. “Gül”ü hakkıyla anladığımız ve O’nu hayatımızda yaşattığımız dönemlerde “Gül”den yansıyan ışıklar yollarımızı aydınlatırdı. Çehrelerimizdeki hüzünlü ifadeler, Gül Yetimi olmanın garipliğinden bugüne yansıyan bir tecellî olsa da, rahlelerden gönüllere yayılan “Gül” yüzlü tebessümler dilşâd olmamıza yeterdi. Çünkü bu aziz millet, mutluluğun resmini “Gül” dalından yapılmış ve “Gül” mürekkebi çekilmiş kalemlerle yüreklere çizerdi. “Gül” e muhabbeti,”Lâle”ye müştak ve mesrûr bir hayatın mütemmim cüzü sayardı. Zirâ “Gül” sâyesinde beşeriyet; İslâm tâcını giyerek insanlık mertebesine yükselmiş; akıl, aslî mecrasını bulunca akıllanmış; yürekler “Gül” cemresiyle gönül hâline gelmiş, “Gül” aşkıyla nefisler dizginlenerek fethedilmişti… Ve bizler “Gül”ün gölgesinde kalarak; “ne yapılacağını” Kur’ân’dan, “nasıl” yapılacağını da Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’dan öğrenmiştik…
Ve “Gül’ün gölgesinde olmadığımız zamanlar, ümmet-i Muhammed’in bahtına hep “âh etmek” düştü, hep “eyvah” demek düştü… Efendisinden kaçan kölelerin “keşke”leri, sararmış takvim yapraklarını işgâl ederken, günahkâr dillerimize riyâkâr tevbeler üşüştü… İnancıyla fiilleri çelişen kullar ve âsumânı dolduran samimiyetsiz duâlar yüzünden “nazlı Hilâl”in istikbâli asırlardır hep hüsran bölüştü… “Gül” hicrânıyla beraber geldi, sabahsız geceler… O’nun Hendek’te karnına bağladığı taş, hasret dolu bir hüzünle ehl-i dîlin gözlerinde yaş olurken, “Gül”ü şuur planında idrâk edememenin sebep olduğu perişân devirler yüzyıllardır bize arkadaş oldu… Ne hazindir ki, hayatımızda O’nun olmadığı devirlerde pusulamız puslandı… Kıble’siz rotalarda pusuya düştüğümüz için gönül bahçemiz vîrân oldu ve gülistandaki güller hep kokusuz, kokular da hep “Gül”süz kaldı...
Dünyâmız, “Gül”ün işâret buyurduğu istikâmette hizâya gelmediği için; yan yana dizilen harfler sessiz, peş peşe gelen kelimeler nefessiz, alt alta sıralanan satırlar mesnetsiz, arka arkaya yazılan cümleler mukaddessiz kaldı…“Gül Medeniyeti”nden ayrı düş/ürül/memiz sebebiyle yaşadığımız kırılmalar sonucu; “muhabbet” kelimesinin sesli harflerini yitirdiğimiz, maddi kelepçeler arasında kalan sessiz harflerin de mânâlarını tükettiğimiz için, gönüller “Muhammed”e vâsıl olamadı ve â’rafta kalan ruhumuz bunaldı… Cümle kapısında kaldı cümle cevapsız sorular ve hükmünü yitirdi bütün cümleler…
Asırlardır idrâksizliğin kefenini giydirdik tertemiz duygularımıza... Gündüzlerimiz, Hilâl’siz gecelerin koynuna girdi... Baharı bekleyen düşlerimiz “Gül” kokusuna hasret kaldığı için hazan besteledi yıllardır… O’nu kaç zamandır; ölçümüze mihenk, hayatımıza ahenk, hayâllerimize renk yapamadık… Hayâllerimiz; müjdeli şafakların aşkıyla yansa da, akşam alacasından artakalan bir umut ışığı bile taşıyamadı hayatımıza… Nefsâni arzularımız aşk gömleğine alev düğmesi oldu… Hep karanlık bakışlar düştü gölgelerimize… Hep batan güneşlerin arkasından bakakaldık ve sabahı olmayan asırlık gecelerde bunaldık. Kasvetli bir asûman dünyamızı işgâl ederken, rahmet bulutları gelmez oldu topraklarımıza… “Gül Devri”nden evvelki çöl akşamlarının karanlıkları yeniden tulû etti ufuklarımıza… Hakîkat denizine yelken açan sevda akıncıları, hüzün dolu duygularla hicret eyledi coğrafyamızdan… Ukbâya sırtımızı dönerken, dünyaya demir atan karanlık kafesler îmâl ettik, gönül penceremize nefsânî duvarlar ördük ve Hakîkat’in nûruna âmâ olduk… En onulmaz çilelerin beslediği yenilgiler çiçek açtı gözyaşlarımızda… Ve hep hüsran nağmeleri duyuldu ağıtlarımızdan…
Hayatın ötesine yolcu ettiğimiz düşlerimiz ve bahar dalında açan sevda çiçeklerimiz sarardı... Güneşe gülümseyecek kardelenlerimiz ve vuslat kervanını kaybeden hayâllerimiz karardı... Zaman, kömürün küllerini elmasa dönüştürürken, “Gül” kokusunu kaybeden bizler zaman içinde büyük bir medeniyetin mirasını iflasa götürdük ne yazık ki… “Akrebin kıskacındaki” yelkovan yıllar yılı yüreğimizi hançerledi… Yelkovanla kol kola giren akrebin zehri “ruh kökümüze” kast etmek için kanımıza işlerken, zamana yenik düşmekten gözlerimiz terledi… Geceler gündüzleri işgal etti, kanadı kırık sevdalarımız umudunu yitirdi… Bütün bunlar, iç ve dış dünyamızda; ya “Gül”ün hiç olmamasından veya “nesne” addedilip “özne” olma fonksiyonunun kalmamasından, ya da O’nun hayatımızda şeklî olarak bulunmasındandı…
O, “Kim bir musîbete uğrarsa, benim yokluğum sebebiyle mâruz kaldığı musîbeti hatırlasın. Çünkü bu, en büyük musîbettir” buyurmuştu. Ne dersiniz; şu an yaşadığımız buhranların, ıstırapların, atâletin, cehâletin, zulmetin ve şiddetin hepsi bizlere; O’nun tebliğ ettiği Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın ve O’nun temsil ettiği mübârek sünnet-i seniyyelerin hayatımızda bulunmamasının “ En büyük musîbet” olduğunu âşikâr bir biçimde göstermiyor mu?
Hebâ olmuş dünlerin, katledilmiş bugünlerin yüzünü “Gül”den ilhâm alarak yarınlarda güldürmek için “O”nu anlamaya ve hayatımıza taşımaya mecbûruz… Ertelenmiş hayâlleri, ipe çekilmiş ideâlleri, âşinâ olduğumuz melâlleri yeniden İslâm’ın cennet-âsâ iklimine erdirmek için “Gül”e muhtâcız… Dalları kırılmış, ufku karanlıklarla sarılmış, yollarına tuzaklar serilmiş, umutları yorulmuş bir medeniyeti yeniden aşka getirmek için O’nu anlamaya mahkûmuz. Çünkü O, bizim için en doğru istikameti belirleyen yegâne rehber, dünya ve ukbâ saadetini bahşeden Tek Önder’dir… Çünkü O, doğruluğun ölçüsü ve Hakîkat’in öncüsüdür... Bu sebeple; O’nun her sözü, her hareketi ve her hedefi ümmet-i Muhammed’e istikamet belirleyen bir pusula olmalıdır… Hayatın mânâsını ve dînin muhtevâsını idrâk etmek isteyen O’nun sünnetine sarılmalıdır… Duâların müstecâp olmasını dileyen O’nun diliyle ve hâliyle Hakk’a yalvarmalıdır… “Gül”le hemhâl olmak isteyen O’nun gölgesinde kalmalı, O’na dil-beste olanlar Muhabbetullah deryâsına dalmalı ve yaşayan ölüler “Gül”ün aşkıyla canlanıp nefes almalıdır..
Çünkü O, “Âlemlere Rahmet” olması hasebiyle; bütün zamanları ve mekânları nurlandıran, kıyamete kadar ışık membaı olan bir îmân güneşidir. O’nun nûru; her çağda “yaşayan”, her devirde “yaşanan”, her mekânı “yaşatan” ve insanlığın bahtını aydınlatan bir sevgi ummânıdır... O; nûruna pervâne olduğumuz, hüzzamdan Hicaz’a yol bulduğumuz kâinatın en güzel bestesidir… O, vahyin canlı tefsiridir... O, Kur’ân’ın en doğru müfessiridir... O, İlâhî vahyi bizlere tebliğ eden, tebliğini en mükemmel bir biçimde davranışlarıyla temsil eden ve en doğru bir üslûpla telaffuz eden eşsiz bir ahlâk âbidesidir… “Gül”, İlâhî inşâ projesinin; mîmarı, mühendisi, mübelliği, mübeyyîni, mürebbîsi ve muâllimidir…. Bu sebeple; O’nu Hakk’ın işâret buyurduğu kıstaslarla idrâk etmemiz bir zarûret, O’nu doğru ölçülerle kavramamız bir mükellefiyet, O’nu hakkıyla anlamamız ise şartın ötesinde bir mecbûriyettir... Yâni “Gül”ü anlamak; “akleden kalbimiz” için vazgeçilmez bir istikâmettir...